Günahlardan korkan bir kimse, onlara yol açan husumet ve kavgadan uzak durur. Husumet ve kavga etmek kadar dindarlığı zayıflatan başka bir şey yoktur. Kötü olan husumet ve kavga haksız, bilgisiz ve ölçüsüz yapılanıdır. Çünkü haksız iken husumet yapmak zulümdür. Bilgisiz husumet, hak olup olmadığını bilmeden veya buna aldırmadan kavga etmeye kalkışmaktır. Bir insana ahmak demek yeterli iken, ona eşek demek haddi aşmak ve günaha girmektir. Bunun gibi, onu itmek yeterli iken, ona tokat atmak tecavüz ve zulümdür. Bazı kimseler de, bir hakkı bahane ederek kavgaya girişirler. Maksatları ise bu vesile ile hoşlanmadıkları kimseleri ezmek ve onlara zarar vermektir. Bunlar hem nehyedilen husumeti yaparlar, hem de hakkı buna perde ve paravan yaparlar. Bu tıpkı, dini siyasete alet etmek gibidir. Çünkü bunu yapanda din kavgası yaptığı vehmini verir. Hâlbuki maksadı bu vesile ile bir yerlere gelmektir. Bunlar hepsi aşırılığın belirtileridirler.
Allah, “Bizi istikamet yoluna ilet. O yol ki, iyilik ettiklerinin yoludur; gazabına uğramışların ve sapmışların yolu değil”(Fatiha, 1/7) diyor. Hz. Peygamber, “Sizden öncekilerin yollarını takip edeceksiniz”(Buhari) diyor. Bir topluluğu takip eden, o topluluk hakkında cari olacak ceza ve azabı da hak etmektedir. Bu onlar gibi aşırı bir şekilde taşkınlık etmemizi gerektirmez. “Yahudiler: ‘Uzeyr, Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da: ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler…”(Tevbe, 9/30-31) “Gazaba uğrayanlar Yahudiler, sapmışlar ise hıristiyanlardır.”(Rudani)
Selefimiz, doğru yoldan ayrılan âlimlerde Yahudilere bir benzerlik, abidlerde ise, Hıristiyanlara bir benzerlik olduğu görüşündeydi. Peygamberlerle salihler konusunda aşırılık, ibadetlerde ruhbanlık, şekilcilik ve müziğe dalma gibi bid’atlar görülmektedir. Rasulullah, “Beni, Hıristiyanların İsa’yı andıkları gibi anmayın. Ben sadece bir kulum. Benim için ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyin’”(Buhari,Darimi) demekle ümmetinin kendisi hakkında, Hıristiyanların, Mesih konusunda düştüğü ulûhiyet davası gibi yanlışlara düşmemeleri için, bir kul olduğu gerçeğini sık sık vurgulamıştır. “Allah ve Muhammed ne dilerse demeyin. Aksine Allah ne dilerse, deyin.(İbn Mace) Allah’ım, kabrimi tapılan bir put kılma! Peygamberlerinin kabirlerini mescit edinenlere Allah’ın gazabı çetin oldu”(Muvatta) diyordu.
Ümmet siyaseti, aşırılıklar üzerine değil, orta yol esası üzerine kurulur. Allah, “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve düşünüp anlasınlar diye sana Kur’an’ı indirdik”(Nahl, 16/44) demiştir. Böylece Peygamber’in sünneti, Kur’an’ın uygulamalı bir tefsiri ve İslâm’ın da pratik ve aynı şekilde örnek bir tatbikidir. Öyleyse Nebi yorumlanmış bir Kur’an, canlı bir İslâm idi. Bundan dolayı hayatı yolumuzu aydınlatan ışık olmalıdır. Nebi, Müslümanları dini konularda, aşırıya kaçmaktan sakındırmaktadır; münzevi bir hayat sürmeyi ve temiz şeyleri haram kılmayı meşru görmemiştir. Müslümanları hayattan dengeli bir şekilde yararlanmaya çağırmıştır. “Allah güzeldir, güzeli sever.(Müslim) Allah verdiği nimetin eserini, kullarının üzerinde görmekten hoşlanır”(Tirmizi) demiştir.
İslâm, hoşgörü niteliğine son derece önem atfeder. İslam, zamana veya duruma bağlı olarak sıkıntılı bir sonuç doğuracak durumlarla karşılaşma söz konusu olunca, meşru ruhsat kapısını açar. Efendimiz; “Orta yolu tutun, orta yolu tutun ki; (maksadınıza) ulaşasınız.”(Buhari) Hikmet ehli “Orta yolu izleyin. Geri kalan ona yetişecek, sınırı aşan ona geri dönecektir. İşlerin en hayırlısı vasat olanlarıdır. Doğal olmayan her şey eksiktir. Zor zamanlarda itidalini korumayı, güzel anlarda da aşırı sevincini dizginlemeyi” bilmek lazım demişlerdir. Allah, bu ümmeti, dinde orta yolu takip ettikleri için onları vasıflandırarak, “sizi orta bir ümmet yaptık”(Bakara, 2/143) demiştir.
Allah bir şeyi emrettiği zaman, şeytan onu iki taraftan birine çekmeye çalışır. Ya tefrit tarafına çekip zayi ettirir; ya da ifrat tarafına çekip bozar. Bunun ikisi de aynı sonucu doğurur. Bu da Allah’ın emrini bozmak ve ondan başka olan bir şeye uymaktır. İlim ve fıkhın tutarlılığından mahrum olan birçok kişinin ameller arasındaki sınırları erittiklerini; dolayısıyla amelleri birbirinden ayırt edemediklerini, İslam’ın ortaya koyduğu hükmün dışında bir hükümle hüküm verdiklerini görebiliyoruz. Dolayısıyla ifrat ve tefrite düşüyorlar. Sonuçta din, aşırı gidenle ondan yüz çeviren arasında kaybolup gidiyor. Acaba kader bizi daima bir aşırılıktan ötekine düşmeye mi mahkûm edecek? “Şâri’in sükût geçmiş olduğu şey aftır”(Ebu Davud,Tirmizi) hadisi varken insanların dinde aşırı gitmeleri niyedir? İyi niteliklerin ve sağlam fıtratın temeli, işlerde itidali gözetmektir, ifrat veya tefrit yönlerinden birine eğilim göstermek; fıtrattan nefsanî arzunun kuşattığı bir sapmadan kaynaklanır.
Aşırılığın, ümmetin ilerlemesinin önündeki en büyük engel olduğu çok açıktır. Allah adına konuşma yetkisini kendi elinde bulundurduğunu zannettiği için aşırılık, ilerlemenin en büyük düşmanıdır. Müslüman guruplardan biri şahıslar hakkında o kadar aşırıya gidiyor ki kötülüklerini iyilik olarak değerlendiriyor. Diğeri ise tam tersine o kadar sert davranıyor ki, bir hatadan dolayı o şahsın tüm iyiliklerini silip süpürüyor.
Doğru, iki yanlışın arasında; fazilet, iki kusurun arasında; İslâm, tefrit ve ifratın ortasındadır. İnsanların maslahatlarını gözetmek, İslâm hukukunun temelini teşkil eder. Her dönemin şartları kendi durumu içerisinde değerlendirilir ve bunu değerlendirirken insanlara güçlük getirmeme esası güdülmelidir. İslâmî hükümler, bile bile insana gücünün yetmediği ve fıtratı ile çelişen şeyleri yüklemez. Bu hususta genel kaide şudur: Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.(Bakara, 2/286) İslâm hukuku yaşanan çağın bütün ihtiyaçlarını ve hayatın yenilenen değişmelerini dikkate alacak şekilde kapsayıcı olmalıdır. Hatta içinde kolaylaştırma ve meşakkatin kaldırılmasına riayet edilen konularda bile bir zorluk ve sıkıntı olduğu zaman, uygulama mecburiyeti yoktur. Mesela; leş, kan ve domuz eti haramdır; ama kişi açlıktan ölümle karşı karşıya kaldığı zaman bunları yemesinde mahzur olmaz. Vesselam,