Kur’an bize; “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8) Dinimize göre yerine getirmekle yükümlü olduğumuz hakları Allah hakları ve kul hakları olarak iki kısımda ele alabiliriz. Allah’ın hakları O’nun emir ve yasaklarına saygı göstermek ve yapılması emredilen ibadetleri yapmaktır. Kul hakkı denince insanlar arası ilişkilerden doğan haklar anlaşılmaktadır Bu hak, daha çok insanın canı, bedeni, namusu, onuru, dinî inanç ve yaşayışı gibi konulardaki kişilik haklarıyla, malına ve aile fertlerine ilişkin haklardan oluşmaktadır. Kul haklarının çok geniş bir yelpazesi vardır. Kamu görevleri, hısımlık ve akrabalık, komşuluk, işçi-işveren ilişkileri bu konuda çok hassas alanlardır.
İnsanların kişilik haklarına saldırmak, onları küçümsemek, verilen sözlere ve dostluklara bağlı kalmamak, ölçüye ve tartıya özen göstermemek, adaletli davranmamak, yalan söylemek, rahatsız edici biçimde yüksek sesle konuşmak, çevreyi kirletmek, gıybet etmek, trafikte kural ihlali yapmak, bakımsız araçla yola çıkmak, yemek kokusuyla komşuya eziyet etmek ve daha pek çok konu kul hakkına girer.
Kur’an’ı Kerim’in birçok ayetinde adaletten hak kavramından ve bunları temin etmek üzere konulan ölçülerden bahsedilir. Kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayetten sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur/ölçüsüdür, onu çiğnemeyin”(Maide, 5/87) mealinde ilâhî ikazlar gelir. Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu sahibine geri vermenin, yüzlerle lira sadakadan kat kat daha sevap olduğunu unutulmamalıdır. Peygamberimizin kul hakkıyla ilgi şu uyarısı oldukça dikkat çekicidir: “Bir kimsenin diğer bir kimsenin haysiyetine yahut malına tecavüzden dolayı üzerinde bir hak bulunursa, altın ve gümüşün geçmediği hesap günü gelmeden helalleşsin. Aksi takdirde, yaptığı haksızlık ölçüsünde, iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden kimseye yüklenir.”(Buharî)
Peygamberimiz bir gün ashabına: “Müflis kimdir diye sorar.” Sahabeler: “Müflis bize göre parası pulu olmayan kimsedir” şeklinde cevap verirler. Peygamberimiz(s.a.v.): “Şüphesiz ki ümmetin müflisi şu kimsedir ki: kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna isnat edip iftirada bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerinde kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır”( Müslim,-) buyurur.
Herkesin kendine has bir tahammül havuzu var. Sabah o tahammülle evden çıkıyorsun, gün içinde ne kadar çok insanla muhatap olursan, o tahammül, o kadar büyük bir sayıya bölünüyor ve günün bir yerinde tükeniyor. Kalabalık şehirlerin yorucu olması bundan. Ama biraz da adabı muaşeret kurallarını unutuyor olmaktan. Gün içinde görgü kurallarından haberi olmayan ne kadar çok umursamaz insanla karşılaşırsak akşamı etmek o denli zor oluyor. Sıklıkla rastlanan bir olay da; devlet dairesinde herhangi bir kurum önünde sıraya girmek... Sırası gelmeden torpille herhangi bir şekilde sıra bekleyenleri atlatmak dinimiz bakımından mahzurludur. Üzerinizde sırasını aldığımız herkesin hakkı kalmış oluyor. O insanlar hakkını helal etmezse bundan dolayı Allah katında sorumlu olacağız. “Kıyamet günü boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkını alacağını”(Müslim, Tirmizi) düşününce bu konuda ne kadar titiz olunması gerektiği anlaşılabilir.
Bundan dolayı mademki bizim sosyal hayatımızın bir parçası olan bu sıraya riayet etmeyip, adam araya koyarak başkasının sırasını kapmak, bir hak ihlali olduğundan kul hakkına girmektedir. Rivayet ediliyor ki Peygamber’e Ensar’dan birisi gelmiş, soru soruyordu; o esnada Sakifli bir adam da geldi. Bunun üzerine Peygamber, “Ey Sakifli, Ensar’dan olan bu kişi senden önce sordu. Onun için senden önce onun ihtiyacını karşılayayım”(İbn Cemaa) buyurdu.
Hz. Ali şöyle buyuruyor: “Bir gün Hz. Resulullah (s.a.v) ayaklarının üzerine yorgan örtmüş ve istirahata çekilmişti. Bu arada Hasan su istedi. Resullullah hemen yerinden fırladı ve devemizden bir kaba biraz süt sağıp onu Hasan’a verdi. Bunu gören Hüseyin yerinden fırlayıp sütü almak istedi. Ama Resulullah ona mani olup sütü Hasan’a verdi. Bu arada durumu seyretmekte olan Fatıma: “Ya Resulullah! Güya Hasan’ı daha çok seviyorsun” dedi. Resulullah cevaben buyurdular ki: “Hayır öyle değildir. Benim Hasan’ı savunmamın sebebi, öncelik onun hakkı olduğu içindir. Çünkü O, daha önce su istemişti, sırayı riayet etmek gerekir. Yoksa kıyamet günü ben, sen, bu ikisi ve şu yerde yatan (Ali) hepimiz bir mekanda olacağız”(Bihar’ul Envar) buyurdu.
İyi bir disiplin anlayışından yoksun olarak yetiştirilen, her istediği karşılanan, her şeyi hakkı gibi gören, insan ilişkilerinde sınır tanımayan, yalnızca kendi ihtiyaçlarını düşünen ve kendi duygularını dikkate alan insanlar, gevşek disiplin ortamında yetişmenin tezahürüdür. Mesele bir yerde sıraya girme işlemi varken aradan sıraya girip kendini öncelemesine rağmen bundan rahatsız olmayan, hatta hakkı gibi gören kimseleri bu kapsamda değerlendirebiliriz. Bunlar için Shakespeare ne de güzel demiştir: “Bakıyorum görgü, terbiye gibi şeylerden haberin yok: / Çektiğin sıkıntılar mı seni böyle küstah yaptı, / Yoksa her zaman mı yol yordam bilmez birisin?” Çektiğimiz sıkıntılara bir de bu açıdan direnmek gerekecek. İncelikler bizi yıpratmaz tam tersi ömrümüzü uzatır ve yaşanır kılar.
Sırası önce olanın önce işini görmesi tercih edilir. Zira böylece ona saygı ve hakkını gözetme görevi gerçekleşmiş olur. Müzelerde ve resim sergilerinde bile riayet edilecek kaideler yoktur denilemez. Kalabalık olunca aynı eserin önünde uzun müddet tevakkuf etmek diğerlerine karşı saygısızlıktır. Bir kimse bir tabloyu biraz uzaktan temaşa ettiğinde araya girip nezaretini kapamak bile caiz değildir. Günlük hayatımıza girip ve bir parçası olması hasebiyle bu durumlarda herkesin kendi sırasına riayet etmesi hem görgü ve nezaket kurallarına uygun olur, hem de insan hakkı ihlal edilmiş olmaz. Aksi ise hak ihlali olur, ancak zaruri bir ihtiyaç olur ve sıradakiler bu zaruri mazereti kabul ederlerse hak ihlali meydana gelmez. Vesselam.