Herkes hata yapar, Öztürk’de görüşlerini dile getirirken üslup hatası yapmış olabilir ama bu şekilde lince maruz kalması gerçekten insanımızın ayıbıdır. “Kur’an vahyinin manasının Allaha, ancak lafızların Peygambere ait olduğu” yolundaki kanaatine katılmadığımı, ancak katılmadığım bu ve benzeri görüşleri herkesin ileri sürme, açıklama, savunma ve tartışma hakkını sonuna kadar desteklediğimi belirtmek istiyorum. Zerkeşi, Suyuti, “Cebrail salt manayı indirmiş, Peygamber bu manayı kendi dili Arapça'nın ifade kalıplarına dönüştürmüştür.”(Suyuti, İtkan,1/103) görüşünü Alauddin Semerkandi’den nakletmişlerdir. Bu mesele bir küfür meselesi olmayıp tarih içerisinde tartışılmıştır, bırakın insanlar düşüncelerini söylesinler, ilmin önü açılsın ve âlimler teşvik görsün, doğru ve yanlış taşlar arasında inci gibi kendini gösterecektir. 

        Hocaya da; tarihin karanlık dehlizlerine gömülmüş ihtilafli meseleleri; yeniden gündeme taşımak zarardan başka bir şey getirmez, ihtilaflar yeniden körüklenmiş olur, ilme katkı da sunmaz derim. Ancak bunların tarihselci tutumlarının verdiği zarar kadar, ‘Vahdeti vucut’çu, hululcu, tevessülcü, istiğaseci, badecilik, çocuk tecavüzcülüğü, yanmaz kefen satıcılığı, Peygamber terlikçiliği gibi rezilliklerle gündeme gelen tiplerin, sayısız insan tarafından kellifelli şeyh/mürşid muamelesi görüp Ehl-i Sünnetin temsilcisi olarak görülmesinin de bir o kadar zarar verdiklerini de söyliyorum. Bid’at ve hurafelerden müteşekkil kokuşmuş sermayeleriyle İslam’ı sulandırıp insanımızı İslam’dan soğutuyorlar. Bu tavırları insanımızı deizmin kucağına itip sonra da bu öğretiye sağır kalıyorlar.   

        Halku’l-Kur’ân tartışmaları, II. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmıştır. “Bu (Kur'an) dedi, olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değil.”(Müddessir: 21-25) Münkirlerden Velîd b. Mugīre’nin ileri sürdüğü, bu görüşü ilk defa kelâmî bir tartışma konusu haline getiren Ca‘d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân’dir. İbnü’l-Esîr’e göre, Kur’an’ın mahlûk olduğunu ilk defa söyleyip yayan kişi, Peygamber’e sihir yaptığı söylenen yahudi asıllı Lebîd b. A‘sam’dır. Sünnî, Mu‘tezilî ve Şiî âlimleri meselesiyi hıristiyanların etkisine bağlamıştır. Bu mevzu muhafazakâr âlimler tarafından sakıncalı bulunmuş ve bir süre bu problemden söz edilmemesini sağlamıştır.  

        Halife Me’mûn, Kur’an’ın mahlûk olduğuna inandığını açıkladıktan sonra valilerine yazı göndererek âlimlerden Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanmayanların ehliyetlerini iptal etmesini emretmiştir. Ahmed b. Hanbel, Nuaym b. Hammâd, Muhammed b. Nûh, Ahmed b. Nasr el-Huzâî dışındakiler resmî görüşü benimsemişlerdir. Ahmed ve arkadaşları, “Kur’an Allah kelâmıdır, bunun dışında ilâve bir söz söyleyemeyiz” dediler. Bu yüzden işkenceye mâruz kaldılar, kimisi de ölüme. Muhafazakâr âlimler üzerinde on altı yıl kadar devam eden, tassup despotizminden siyasi despotizme dönüşen zulüm, Mütevekkil döneminde sona ermiş, ilim erbabı sekinet bulmuştur. 

        Siyasî baskıların kalkmasından bir müddet sonra konu ilmî meclislerde serbest bir şekilde tartışılmaya devam etmiş ve İslâm âlimlerinin görüşleri gelişen itikadî ekollere paralel olarak şekillenmiştir. Cehmiyye ile Mu‘tezile âlimleri, Kur’an’ın hem lafzı hem de mânası itibariyle mahlûk olduğunu ileri sürmüşler. Selefîler, Kur’an’ın lafızlarının ve bu lafızları söylemenin dahi mahlûk olmadığını savunarak muhalifleri küfre nisbet etmişlerdir. Bu iki aşırı uç karşısında, Ehl-i sünnet kelâm hareketinin öncüleri “Kur’an’ın mâna itibariyle kadîm, lafızları ve insanlar tarafından okunuşu bakımından mahlûk olduğunu” söyleyerek meseleyi çözüme kavuşturmaya çalışmışlardır.  

        Allah’ın, “De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur'an'ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur'an dinledik de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız”(Cin: 1-2)  ayetlerine dayanarak deriz ki, Kur’an sadece mânalardan veya sadece lafızlardan değil lafızların ve mânaların hepsinden ibarettir. Her şeyden önce bu meselenin tekfire konu teşkil etmediğini belirtmek istiyorum. Benim de bu konuda tercihim; süzülmüş bal mesabesinde ifrat ve tefritten uzak olan, ehlisünnet düşüncesidir. Bundan dolayı “senide anladık, sen de onun gibisin” gibi zanni ve yakışıksız sözleri sarfedenleri, dini hamiyetlerine bağışlıyor ve Allah’a havale ediyorum. 

        “Kur’an mana itibarı ile Allah’a, lafzı Peygamber’e aittir” deniliyor. Kalbe lafız değil sadece mananın indirildiğini nereden biliyorsunuz? Allah, “Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz” (Hicr 9.) diyor. Araplar vahyin Peygambere cinler ya da şeytanlar tarafından getirildiğini iddia ediyor. Kur’an bunu kabul etmeyip, cinlerin ve şeytanların vahiy mekanizmasına dâhil olmadığını söylüyor. Allah O’nu Cebrail’e yüklüyor ve O’nun aracılığıyla vahiy elçiye iniyor. “Kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler.”(Maide: 103)  “Kur’an değerli bir elçinin sözüdür.”(Hakka:40, Tekvir:19) Vahiy sadece peygamberlere indirilir. Neye kıyaslayarak sadece mana indirilmiştir diniliyor?  

       Hakka suresindeki ayetle Peygamber, tekvir suresindeki ayetle Cebrail kastedilmektedir. Ayetlerin devamını okuduğunuzda bu husus anlaşılmaktadır. “Söz”’den maksad lafızsa; lafızlar Peygamber tarafından mı? İkisinden biri tarafından mı olmalı?” İki ayet te de “elçi” ifadesi geçmektedir. Elçi, onu elçi tayin edenin sözlerini aktarır. Sözleri ne kadar aslına benzer aktarırsa o kadar iyi bir elçi, benzerlik bütün yönleriyle tam ise mükemmel bir elçidir. İki ayette; ey insanlar! Kur’an iki elçi kanalıyla size ulaşmıştır. Bu iki elçi de değerli elçilerdir. Eksiksiz fazlasız vahyimi size tam olarak ulaştırmışlardır. Ben onlara güvendim ve onları seçtim. Siz de onlara güvenin denilmektedir.  

       “Bu, insan sözünden başka bir şey değil” (diyenlere Allah) “Ben onu sekara sokacağım.”(Müdessir: 25-26) ayetlerindeKur’an’ın beşer sözü olduğunu söyleyenin cehennemi boylayacağını söyleyerek red etmiştir. Zaten “Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu kudretimizle yakalardık. Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik.”(Hakka:44-46) diye uyarılmıştır. İnanmak istemeyen deliller arasında kendisince zayıf bulduğuna sarılır ve onu tekrar eder durur.  

      “İleri sürülen bazı lafızların Allah tarafından söylenemeyeceği” meselesine gelince, kitab Arap diliyle indirildiğine göre Arapçanın üslubunu kullanmaktadır. Allah’a yakıştırılamayan bu sözleri Hz. Peygamber söyledi diyelim! Sözler Mekkidir. Hz. Peygamber binlerce kez onları tekrar etti. Onun yakalamadığını kim yakalayabilir!? Böyle düşünmek akla ziyan olur. Düşüncemiz bu, kendi yazdıklarımızın arkasındayız ve hiç kimse için de vehama kapılarak doğru bildiklerimizden ödün vermeyiz. İsteyen kabul eder isteyen fesadına devam eder, hesabı Allah’a verilecektir.