Şüphesiz insanoğlunun ilk attığı adım, düzensiz bir topluluktan düzenli, birlik içindeki medeni bir toplum olmaya doğru attığı adımdır. Zira insanlığın başlangıcı medenidir. İlk insan Âdem bir peygamberdir. Vahyin rehberliğinde hayata bakmış, yaşadığı bereketli ömründe vahiy ilkelerinin aydınlığında medeni bir hayat sürmüştür. Bu itibarla insanlık, peygamberlerin getirdiği rabbani ölçülere riayetsiz kaldıkları dönemlerde ancak başıboşluğun ve vahşetin içine düşmüşlerdir. Yine de Allah insanlara medeni bir hayatta mutlu olmaları için art arda peygamberler göndermiştir. Çünkü bu sayede aralarındaki dağınıklık gidecek, yerini muhalif fertlerin yekdiğeriyle yardımlaşması alacaktır. Ortak çıkarlarını, toplum isteklerini bu sayede gerçekleştirmek için kolektif bir dayanışmayı elde edecektir. Bunun için insanoğlu, daima birlik arayıcısı durumunda olmuştur. Hatta insanlar medeni basamaklardan yukarılara doğru yükseldikçe bu içtimai birlik dairesi de durmadan genişleyip duracak ve bu medeni toplum dairesinin içine pek çok insan gurupları da karışacaktır.
Kur’an’ın talimatları bütün beşeriyete müteveccihtir. Onlar arasında ırk ve nesep ayırımı gözetmez. Bütün insanların gönüllerine sevgi ve sürur koymak, nefislerini temizlemek, ahlaklarını düzeltmek, toplumda birlik ve beraberliği sağlamak, otorite gücünün, adalet ve kardeşlik kurallarına uygun bir biçimde kullanılmasını sağlamak üzere gönderilmiştir. Şayet İncilin; Yeşaya, Amos ve Yeşu’nun “günlerin sonu”nda uluslar, “kılıçlarını saban demirlerine, mızraklarını oraklara dönüştürecekler. Hiçbir ulus başka bir ulusa kılıç çekmeyeceği gibi artık savaşı da öğrenmeyecekler” ve o zaman “tüm uluslar dost olacaklar” ve o zaman “yeryüzü suların denizleri kapladığı gibi Tanrı’nın bilgisiyle dolacak.” Tüm uluslar arasındaki bu evrensel barış ve uyum imgesi, Allah'ın “Şayet yeryüzündeki şeyleri harcasaydın, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onların arasını uzlaştırdı”(Enfal:62-63) fermanıyla son bulacak.
Irk taassubu konusunda felsefeler kurulmuş, bin bir çeşit görüşler icat edilmiş, kanunlar konmuş, ahlaki temeller atılmıştır. Milletler, imparatorluklar bunu kendilerine bir prensip ve bir düstur kabul ederek, asırlar boyu uygulamışlardır. Etnik ayırımcılığın tarihi eskilere dayanır. “Kadim İranlılar, damarlarında tanrı kanının aktığını iddia ediyorlardı. Roma’da hürlerin sayısı, İmparatorluğun tamamında yirmi bin kişiyi aşmıyordu. Halkın gerisi ise kölelerdi. Hiçbir Romalı iki bin köleye sahip olmadıkça hürriyet sahibi olamazdı. Yunan uygarlığında, Aristo ve Eflatun ise, Allah’ın üstün ve düşük olmak üzere iki çeşit insan sınıfı yarattığını söylerlerdi. Efendinin efendiliği, kölenin de köleliği ilkesine dayandırıyorlardı. İran ve eski Mısır uygarlıklarında da bunların bir benzeri vardı.
Yahudiler, bu ırkçılık duygularına dayanarak İsrail oğullarını Allah’ın seçkin kulları olarak kabul etmişler ve kendi dini emirlerinde bile İsrail oğullarından olmayanların haklarını ve seviyelerini, İsrail oğullarından daha aşağı tutmuşlardır. Milliyet tabii bir akrabalık bağına dayalıdır. Hinduların kast sistemini bu ayırım döllemiştir. Bu yüzden Brahmanların üstünlüğü kurulmuş, yüksek tabakadan olanlar karşısında diğer bütün insanlar aşağı ve pis kabul edilmiştir; paryalar zillet ve rezaletin çukurlarına atılmışlardır.
Goethe; “Herkesin kendisine anavatan kurmakla uğraştığı bir çağda önyargısız düşünebilen ve çağın üstüne çıkabilen kimselerin anavatanı hem her yerdir hem de hiçbir yer.” Ama “Batı kültürünün en büyük temsilcilerinin bu düşüncelerine karşın tarih başka bir yol izledi. Ulusçuluk insancılığı öldürdü. Ulus ve ulusal egemenlik bireyin kendilerine yenildiği yeni putlar haline geldi.” Böylece insanlar arası birlik de öldü ve Âdem’den gelen kardeşlik de!
Ancak bu süre içinde dünya da değişmişti. Sömürgeler halklarının yaptıkları devrimler, hava yolu ile ulaşım ve kitle iletişim araçları dünyayı önceki gibi tek bir kıta ya da daha çok tek bir devlet düzeyine indirdi. Ama doğmak üzere olan bu tek dünya çeşitli bölümleri arasında dostça ve kardeşçe ilişkiler kurulduğu için değil de füzeler artık hemen hemen yeryüzünün her tarafına birkaç saatlik bir zaman içinde ölüm ve yıkım götürebilecek güçte oldukları için Tek Dünya’dır. Yani, yeni bir dünya vatandaşlığı dizgesi kurulduğu için değil, dünyanın tümü savaşa olanaklı bir alan haline geldiği için dünya bir olmuştur. Dünya bir oldu, ama çağdaş insan, duygu ve düşünceleri bakımından henüz ulus devletinde yaşıyor, Hala öncelikle insan ırkına değil de bağımsız devlete bağlılık gösteriyor. Bu çağ dışı tutum bizi olsa olsa felakete götürür.
Şair Keplin, tarihçi Renan, “Yönetim mekanizmasına, beyaz adamın geçip sömürü veya medeniyet adına diğer oluşları önüne katması ve koyun sürüsü gibi onları gütmesi gerekir. Beyaz adam, ırk üstünlüğünün zirvesini temsil etmekte olup kendi şahsında güç, hâkimiyet ve yönetme kabiliyetini taşımaktadır. Batı batıdır. Doğu doğudur. Bu ikisi asla bir araya gelemez” diyorlardı.
Batı ırkçılığının, milletleri nasıl canavarlaştırdığının en kötü örnekleri yakın zaman savaşlarında görülmüştür ve hala da görülmektedir. Nazi Almanya'sında ırk felsefesi ve Cermen ırkının üstünlüğü düşüncesinin, İkinci dünya savaşında sergilediği korkunç tablolar göz önüne alındığında, bunun korkunç ve müthiş bir sapıklık olduğu anlaşılır. Hitler, “Yeryüzünde takdire şayan olan hususlar ilim, fen, ilmi buluşlar ve fenni icatlardır. Bunların hepsi seçkin bir millete özgü olmalıdır. Bu seçilmiş milletler de tek bir ırka dayanır. Eğer insan türünü üç ayrı guruba ayıracaksak; medeniyeti keşfedenler ve ortaya koyanlar, onu koruyanlar ve ona saldıranlardır. Bütün bu ırklar içinde sadece ve sadece birinci kısma dâhil olan yalnız arî ırkıdır” diyerek Müslümanlığın ruhuna taban tabana zıt olan ırkî özellikler, dine kendi seciyelerinin mahalli damgasını vurarak, onu yapısından çıkardılar. İslam’ın bütün milletleri kucaklayan beynelmilel olma vasfına aykırı davrandılar.
Hâlbuki İslam ahlakının ırkî hasletleri, doğru ve faydalı olanın merkezinde birleştirmekten başka bir şey değildir. Korkarım ki Yirmi birinci yüzyılın Batı dünyası, umudunu ve inancını yitirmiş olduğu gerçeği karşısında kendisini aldatmaktadır. Doğruyu söylemek gerekirse, insana inancın olmadığı yerde, makinelere duyulan inanç bizi yok olmaktan kurtaramayacaktır. Tersine bu inanç yalnızca sonu yaklaştıracaktır. Batı dünyası ya içinde temel değerin üretim ve iş değil de insanın insanlığının en yetkin şekilde gelişmesi olan bir inancı yeniden doğuş (Hümanizm Rönesans'ı) yaratma gücünü bulacak ya da daha önceki pek çok uygarlıklar gibi ortadan kalkacaktır. Vesselam.