Kur’an’da, “Ey Rabbimiz! Bizi, o kâfir olanların fitnesi kılma”(Mumtahine:5) demektedir. Fitne; Müslümanların kendi dinleriyle olan samimi, tutarlı ilişki biçimleriyle de olur. Müslümanlığıyla övündüğü, her fırsatta “Elhamdülillah Müslümanım!” dediği halde dinin emir ve nehiylerine uymayan, helal-haram demeden servet biriktiren, emeği sömüren, yalan söyleyip başkalarını aldatan, İslam ahlakı ve sorumluluğunu hayatında, işinde, mesleğinde yansıyamayan; çevresine ve topluma karşı duyarsız yaşayan bir Müslüman “kötü örnek” olur.  Böyle bir Müslüman samimiyetsiz, tutarsız, ikiyüzlü, sömürücü, nobran, riyakâr, fırsatçı hayatına bakanlar “İslamiyet bu ise, kalsın!” der. Keza Müslümanların ihtilaf ettikleri konularda uygun bir çözüm bulamayıp birbirlerine komplo kurmaları, hatta acımasızca katletmeleri de dine verdikleri en büyük zararların başında gelmektedir. Bu trajik durumda olan Müslümanlar dinlerini itibardan düşürür, güvenirliklerini, vasıflarını kaybederler.

      Bu da toplumda fiili materyalizmin, pozitivizmin, ateizm, nihilizm ve deizm gibi inançların yayılmasına yol açar. Bu çerçevede inkârcılara kötü örnek olup fitne konusu olanlar en ağır cürümlerin altına imza atmaktadırlar. Allah asr süresinde; “İnsan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler… Müstesnadır” demektedir. İyi amel üzerine “sabreden” aslında insanlara “hakkı da tavsiye” ettiklerini söylemektedir.

      Bir dostum anlatmıştı Avrupa ülkelerine Müslümanlar işçi olarak ilk gittiklerinde, belki işlerini kaybetmeme çekingenliği ve başka nedenlerden dolayı işimize çok bağlı ve hile hurdalara başvurmazdık. Oradaki birçok Hristiyan bizim bu halimizi görür ve Müslüman oluyordu. Ne zaman ki biz de onlar gibi olduk bırakın Müslüman olmayı bizi dışlayıp varlığımıza tahammül etmemeye başladılar. Tarihen sabittir ki Endonezya ve başka ülke halklarının Müslüman olmalarının nedeni Müslüman tüccarların ticaretlerinde adil davranmaları ve İslam’ı yaşamaları olmuştur.

      Allah, bütün ümmete şöyle buyurur: “Sen af yolunu tut ve iyiliği emret...”(A’raf: 199) Bu emri tatbik hususunda, hiç şüphesiz ki Hz. Peygamber, bizler için en güzel bir örnektir. O’nun sergilediği güzel ahlâk, merhamet ve af tezahürleri, âdeta melekleri dahi imrendirecek erişilmez bir yüceliktedir. İşte bunlardan bir tanesi Mekke’nin fethi günü Hz. Peygamber, umumi bir af ilân etmişti. Yıllardır zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şahit olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir af bayramıyla tarifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellisi yaşıyordu. Ancak Mekkelilerden Fudâle isimli bir şahıs, Hz. Peygamber’i öldürmek kastıyla yanlarına sokuldu. Hz. Peygamber, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeden, Fudâle’ye: Sen Fudâle misin? diye sordu. Fudâle: Evet! dedi. Ardından; Ey Fudâle! Zihninde kur­duğun şeyden tövbe ve istiğfar et! Buyurdu ve ellerini onun göğsüne koydu. Böylece daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi giden Fudâle’nin kalbi, iman nuru ile doldu ve Peygamber bir anda kendisi için yaratılanların en sevgilisi hâline geldi. Hiç şüphesiz ki bu hâl, “Seni öldürmeye gelen, sende dirilsin!” şeklinde ifade edilen, çok üstün bir davranış ve olgunluktur ki, İslâm tarihi, bunun gibi sayısız misallerle doludur. Nitekim başta Hz. Ömer ve daha niceleri, hep bu güzel üslûbun kıymetli birer meyveleri olmuşlardır.

      14.04.2021 tarihli makalesinde, Süleyman Özışık şöyle bir olay anlatır: Muhammed Ali Raşvan 1956 Kahire doğumlu bir judocu. 1984 yılında ülkesi Mısır'ı Amerika'nın Los Angeles Olimpiyatlarında judoda temsil etmek için mindere çıkar. Sırasıyla bütün rakiplerini tek tek yenerek finale yükselir. Final müsabakasında minderde rakibi Japon Yasuhiro Yamashita ile karşılaşacaktır. Yamashita, müsabakalar sırasında sağ ayağının kasları yırtıldığı için final karşılaşmasına yaralı olarak çıkmak zorunda kalır. Adı anons edildiğinde sağ bacağını âdeta bir ceset gibi sürükleyerek mindere gelir. Salonda mücadeleyi izlemeye hazırlanan binlerce seyirci Raşvan için kolay bir final olacağını düşünüyordu.

      Müsabaka sırasında Muhammed Ali’nin antrenörü kenardan sürekli bağırıyordu: “Sağ bacağına oyna! Sağ bacağına vur!” Muhammed’in rakibinin sağ ayağına bir defa vurması yetecekti. Fakat bir türlü o hamleyi yapmıyordu. Bu kez seyirciler “Sağ bacağı yaralı” diye tempo tutarak uyardı kendisini. Raşvan yine sağ bacağa hamle yapmıyordu. Müsabakanın sonlarına doğru Japon judocu ani bir hamle yaparak Raşvan'ı yere serdi ve final maçını kazandı. Maçı rahat kazanacağı düşünülen Raşvan ise gümüş madalya ile yetindi... Müsabakadan sonra etrafını saran bütün gazetecilerin sorusu aynıydı: “Neden yapmadın? Niye sağ ayağına vurup indirmedin?” Verilen cevap bütün dünya medyasına haber konusu oldu.

      Raşvan “Benim dinim insana zarar vermemeyi, yaralıya vurmamayı ve bir kişinin zaaflarından yararlanmamayı emreder. Eğer sağ bacağına vursaydım, ömür boyu engelli kalabilirdi. Bir madalya için bunu ona yapamazdım!” Bir altın madalya kaçıran Muhammed Ali Raşvan’ın sözleri ayakta alkışlandı. Uluslararası Fairplay Komitesi onu “1984 Fairplay Ödülü”ne layık gördü. Dünyanın pek çok ülkesinden ödüller aldı. Daha sonra gittiği Japonya’da da bir kral gibi karşılandı. Japonya ile Mısır arasında dostluk köprüsü oldu.

      O yıl binlerce insan, “Muhammed Ali Raşvan'ın bahsini ettiği din nasıl bir şeydir acaba diyerek” İslam'ı inceleme gereği duydu. 50 kişi, Muhammed'in sözlerinden etkilenerek Müslüman olduğunu duyurdu. Bunlardan birisi de Japon Riko Hanım'dı. Riko Hanım Muhammed'e âşık oldu ve onunla evlendi... Dikkat ederseniz Muhammed Ali Raşvan hiç kimseye “Dindar ol, Müslüman ol, doğru ol, dürüst ol” şeklinde telkinlerde bulunmuyor. Davasını, inancını uzun uzun anlatma gereği de duymuyor. Sadece dininin ve davasının kendisine emrettiği ilahi hükmü söylüyor. Ve bir anda bütün dünyanın ilgi odağı oluveriyor. Bir hareketiyle 50 insanın kalbine İslam'ın nurunun dolmasına sebep oluyor... Hz. Peygamber; “Sizin vasıtanızla bir kişi doğru yolu seçerse, bu dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır”(Buhari, Ahmet) diyordu. Vesselam.

Muhammed Zeki Mirzaoğlu

Araştırmacı yazar