Kur’an, belli zaman aralıklarıyla inmiştir. Araplar Levh-i Mahfuz’da yazılmış olması itibariyle, tamamının bir defada inmesi gerektiğine inanıyorlardı. “Eğer kulumuz (Muhammed)’le katımızdan safha safha indirdiğimiz vahyin…”(Bakara:23) Peygamber’in muhalifleri, Kur’anın bir defada değilde tedricen nazil olmasından dolayı ilahi kaynaklı olamayacağını ileri sürmekteydiler. Allah da onlara cevap verdi, onu yirmi üç senede olaylara ve hadiselere göre ve ihtiyaç duyulan hükümler göz önüne alınarak parça parça indirdi ki müminlerin kalplerine iyice yerleşsin.
Kur’an bu yargının geçersizliğini ortaya koymak ve bu konudaki şüpheleri yok etmek için konu üzerinde durmuş ve aynı zamanda Kur’anın belli zaman aralıklarıyla inmesinin, köklü değişiklikler ortaya koyan her yeni fikir akımında olduğu gibi, en doğru ve en sağlıklı yol olduğunu bildirmiştir. İslâm dini 23 senede tamamlanmıştır. 23 yıl süren bu yönlendirilmiş öğretimden sonra Müslümanlar şunu işitmeye hazırlandı: “Bugün size dininizi kemale erdirdim…”(Maide:3)
Her şeyi kısa bir müddet içinde yapmak isteyenler hiçbir şeyi yapamazlar. Bir şeyi vaktinden evvel isteyen, mahrumiyetle karşılaşır. Descartes; “iyi bir zihne sahip olmanın yeterli olmadığını” söyler. Önemli olan aklı düzgün ve iyi şekilde kullanmaktır. Yavaş adımlarla yürüyenler koşanlara ve yollardan sapanlara göre daha fazla ilerleme kaydederler.
İlk inen ayetler Allah’a inanmaya davet eder. Geceye, gündüze; göğe, yere, güneşe; kutsal yerlere, baba ve evlada; nefse ve nefsi ıslah eden şeylere yemin eder. Bunlarla Allah’ın büyüklüğünü göz önüne sermek ister. Hz. Aişe; “Kur’an’ın ilk inen ayetleri (sureleri) cennet ve cehennem hakkındadır. İnsanlar, İslâm’a gelmeye başlayınca helal, haram ayetleri indi. Eğer ilk inen ayette, şarap içmeyin, zina yapmayın, denilseydi belki de asla şarap ve zinayı bırakmayız, diye karşılık verirlerdi” (Buhari) demiştir. Kur’an bir defada toptan indirilseydi, insanlar onların tamamını kabul edemeyecekti.
İmanın daha üstün olması nedeniyle insanları imana yönlendirmek için Allah, farz olan birçok hükmü vahyi indirdiği ilk yıllarda beyan etmemiştir. Şayet ilk yıllarda farz olan her şey emredilseydi, bunlar insanlara zor geleceğinden imandan nefret edebilirlerdi. Allah namazın farz kılınmasını miraç gecesine kadar erteledi. Şayet vahyin geldiği ilk günlerde namazı farz kılsaydı insanlar kendilerine zor geleceği için dine karşı soğuk duracaklardı.
Oruç ve zekât başta farz kılınsaydı, insanları dinden uzaklaştıran en önemli etken olurdu. Çünkü insanların açlığa ve mala karşı zaafları çoktur. Cihat baştan farz kılınsaydı, sayıları kat kat fazla olan kâfirler az sayıdaki müminleri ortadan kaldırırdı. Haram aylarda savaşma baştan helal kılınsaydı, insanlar bu aylara olan aşırı hürmetlerinden ötürü İslam'dan nefret ederdi. Tüm bu hükümler insanları İslam’a ısındırmak için ertelenmiştir. Zira insanların İslam’a girmeleri, bu hükümlerin her birinden daha üstündür ve bunun maslahatı tüm maslahatlardan daha fazladır.
Şeriat, tedrici bir özelliğe sahip olduğu için, onun tatbiki, Hz. Peygamber zamanında bile göreceliydi. Tedricilik sonunda bir çeşit aşama sistemine dönüşmüştür. Yani önce bir hüküm gelir, sonra onu tamamlayan bir başka hüküm gelir. Bu ilk hüküm son hüküm için adeta bir giriş mahiyetindedir. Hz. Peygamber’in vefatından günümüze kadar şeriatın tatbikindeki bu görecelilik, Müslüman halifelerin, yöneticilerin ve fakihlerin şeriat uygulamalarının bir özelliği olagelmiştir.
Dört halife döneminde şeriat yüzde doksan oranlarında tatbik edilirken, daha sonraları bu oran büyük ölçüde düşmüş ve sadece bir asır sonra insanlar, şeriatın artık tatbik edilmediği hissine kapılmış ve şeriatın tatbikini talep eden sesler yükselmeye başlamıştır. İşte bu noktada, İslami duyarlılığa sahip sorumlu insanların, şeri ’at tatbikinin, adeta İslam'ın başlangıcındaymış gibi tedriciliği gerektirdiğine ilişkin bilinçleri berraklaştı.
Ömer b. Abdülaziz’in, oğlu, bu kadar çok haksızlığa uğramış kimselerin bulunduğu bir zamanda, ortada hakkı alınmamış hiçbir mazlum kalmadıkça, babasının uyumamasını istiyordu! Bu sebepten de babasını, yattığı öğle uykusundan kaldırıyor ve “Ortada henüz halletmediğin bir sürü dava ve hukukullah varken, nasıl emniyet içerisinde uyuyorsun?” Baba da “Ey oğulcuğum! Nefsim benim binitimdir. Eğer ona acımazsam, beni gayeme ulaştırmaz; eğer nefsimi ve arzularımı yorar bitirirsem, çok geçmez düşerim. Ardımdan milletim de düşer. Esasen ben, uyanıkken umduğum ecri, uyurken de ummaktayım. Şayet Allah, dileseydi Kur’an’ı bir defada indirir. Ama O, birer ikişer ayetler halinde indirdi ki, iman kalplere yerleşsin. diyordu. (Eş-Şatibi, İbn Cevzi)
“Acele etme oğulcuğum; çünkü Allah, Kur’an’da, şarabı iki kere kötülemiş ve ancak üçüncü kerede yasaklamıştır. (Nahl:67) Eğer ben, halkı, bir çırpıda ve toptan hakka sevk edersem, aynı şekilde onu bırakmalarından korkarım. Bu da büyük fitneye yol açar.” (Eş-Şatibi) “Zorla ayakta duran hayrın değeri yoktur. Sen, baban adına sevinmez misin ki her geçen gün bir sünnet yeniden canlanıp gündeme geliyor ve bir bid’at da ölüyor. Bundan mutluluk duymaz mısın?” (İbn Cevzi) derdi.
Siyasi hayatta şura, ekonomik ve sosyal hayatta “yoksulluğun neredeyse küfürle eşdeğer görülmesi”, düşünce hayatında “bilenlerle bilmeyenlerin bir tutulmaması”, hayatın her alanında “insanların, bir tarağın dişleri gibi eşit olası” gibi, tatbiki gerekli olan daha nice ilke ve normlar vardır. Kanaatıma göre, bu ilkelerin tatbikinin hadlerin, tatbikinden önce gelmesi gerekir. Çünkü haddlere neden olan nesnel sebeplerin ortadan kaldırılması, sorumluluğu sadece öznel sebeplere hasretmek için zorunlu bir koşuldur. Bilindiği gibi, hâdler, bizzat amaç olmayıp, temelde toplumun, milletin maslahatını tehdit eden sübjektif bireysel yıkıcı eylemleri engellemenin bir aracıdır. Vesselam.