TedriC, öyle bir şeydir ki hayatımızın bütün safhalarında bize lazım olmaktadır. Ona uymadığımız zaman kendi şahsımıza da zarar veririz. Süvarinin biri, çok önemli bir iş için çölde ilerliyordu. Elbisesi terden sırılsıklam olmuştu. Atı da ter içinde kalmıştı. Susuzluk süvarinin içini yakıp kavurmuştu… Bir müddet ilerledikten sonra uzakta bir çadır gördü. İçini kavuran susuzluk ateşini söndürecek bir içecek bulma ümidiyle çadıra doğru ilerledi… Çadırın kapısında gençten bir bedevi, Arap kızı onu karşıladı kız, yaratılıştan gelen ileri bir zekâ sahibiydi. Bir bardak su getirdi. Ancak suyun yüzeyinde bir miktar çer çöp vardı. Susuzluktan içi yanan süvari suyu ağır ağır içmeye başladı. Bir yandan böyle ağır ağır suyu içerken diğer yandan da boğazına kaçmasın diye parmak uçlarıyla suyun yüzeyindeki çer çöpleri ağzından uzaklaştırıyordu. Adam su içmeyi bitirince genç kız, ona suya kanıp kanmadığını sordu. Eğer susuzluğu gitmiş ise Allah’a hamt etmesini istedi. Fakat süvari kendisini, suyu doya doya içmekten alıkoyan çer çöpten dert yandı. Genç kız gülümseyerek “sendeki bu yorgunluk, ter ve susuzluğu görünce, suyun hepsini bir defada içip de kendine zarar verip eziyet etmeyesin diye onu kasten koymuştum.” dedi.
İşte bu hikâyecikten de anlaşılacağı gibi bir şeyde acele, insanı hedefinden alıkoyduğu gibi insana zarar da verir. Bundan dolayı Rasulullah’ın bütün hayatı ve sireti tedrici olarak devam ettiği gibi Müslümanın bedeni konuda sağlığını da gözetleyerek aşırı susuzlukta ve diğer hallerde, içeceği bir nefeste içmememizi (Ebu Davud) bize sünnet kılmasıyla amaçladığı ve kastettiği şeyin ta kendisidir. Müslümanlar bunun için çok açık ve net olarak birtakım hedefler belirlemelidirler. Bununla ilgili vasıta ve yolları açıklamalılar. Gayet uzağı görerek bunun merhalelerini tayin etmeliler. Çünkü uygulama, eldeki plan ve programa göre sürdürülür. Bu olmalıdır ki, her bir merhale ele geçirildiğinde sonraki merhalede neler yapılacak veya yapılmalı, bunlar bilinmelidir ki arzulanan hususlar gerçekleşmiş olabilsin. Böylece dünün rüyaları bugünün gerçeklerine dönüşsün.
Hz. Yusuf’un Mısır hükümetinde görev aldığı zaman, yürürlükteki kanunlar, Yusuf’un bu kanunları kaldırması için tedrici takip ettiğini ve kademe kademe bunları kaldırdığını görüyoruz; bu olayın ve kıssanın vuku bulduğu merhale, Yusuf’un hükümetinin süresi içerisinde, geçici bir merhale idi. O merhalede, Mısırda tatbik edilen ceza kanunu, Yusuf’un hükümeti devralmasından önce tatbik edilen ceza kanununun aynı idi. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü Mısır’da hâkim bulunan mevcut sosyal nizamı Yusuf hemen bir günde değiştiremezdi. Bu değişiklik, O’nun elleriyle kademe kademe olacak ve hedefine varacaktı. Şu bilinen bir gerçektir ki, onların küfrüne rağmen mal stoku, malın değerlendirilmesi ve kralın kendisine, evine, idarecilerine, askerlerine ve halkına dağıtılması ile ilgili bir yol ve yöntemin olması gerekir. Bu yol ve yöntemin, peygamberlerin sünnet ve adalet sistemlerinde olmadığı da bir gerçektir. Yusuf’un Allah’ın dininde gördüğü her şeyi ve istediği her işi yaptırma imkânı yoktu. Onlar zaten idarecilik dışında ona icabet etmediler. Fakat o, mümkün olan adaleti ve iyiliği yaptı. İdarecilik yoluyla ev halkından olan müminlere yardım şansı oldu. Ki bunun dışında onlara yardım etmesi söz konusu olamazdı.
Tüm bunlar Allah’ın şu sözünün kapsamına giriyor; “O halde gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının.” (Teğabun:16) Nitekim Peygamber zamanında Arabistan’da, hayat düzenini değiştirme ameliyesi on sene devam etmemiş miydi? Şöyle ki, miras sistemi hicri üçüncü veya dördüncü yılda değiştirilmişti. Nikâh ve talak (evlenme-boşanma) kanunları, tam anlamıyla ve tüm olarak, ancak hicretten beş veya altı sene sonra uygulanmıştı. Ceza hukuku, sekiz senede tamamlanmıştı. Ülkenin iktisadi düzeni, kademe kademe dokuz senede değiştirilmişti. İçki kesin olarak sekizinci yılda haram kılınmıştı. Faiz dokuzuncu yılda külliyen kaldırılmıştı. Yusuf, bu şekilde Mısır kanunlarını değiştirmede tedriç yolunu tuttuysa ve hükümeti sırasında da bazı dönemlerde eski kanunlar uygulandıysa, buna bakarak “Allah’ın elçilerinden biri, cahiliye kanunlarının doğruluk ve meşruluğunu kabul etmiştir” demek caiz ve doğru olur mu?
İslam’da egemen olan ilke, yasaklanmamış bir eylemin meşru olduğudur. Diğer bir değişle, putperestlik hariç, çağdaş Mekke’nin sosyal hayatının diğer bütün adetlerine izin veriliyordu. İlk Müslümanlar, yasak getirilmediğinden içki içebiliyorlardı. Hamidullah’ın değimiyle, “Bu itibarla, İslam hukuku Mekke’nin örfi hukukuyla başladı. Örfi hukuk daha sonra Kur’an ve Hadis’te yer alan emirler doğrultusunda adım adım ta ’dil edildi ve değiştirildi. İslam öncesi adetler yirmi üç senelik dönem boyunca bir dizi öncelik doğrultusunda değiştirildi ya da kaldırıldı.”
Hz. Peygamber, bir hadiste meseleleri aceleye getirmemenin ehemmiyeti ve fitnelerin olmaması babından Aişe’ye dedi ki: “Ey Aişe! Eğer kavmin yakın bir zamanda küfrü terk etmiş olduklarını hesaba katmasaydım ve tepki göstereceklerini bilmeseydim. Kâbe’yi, yıkar ve bir kapı daha koyardım. İnsanlar birinden girip öbüründen çıkarlardı.” (Buhari) Kureyş kabilesi Kâbe’ye büyük bir önem verirdi onlar yeni Müslüman oldukları için, Peygamber’in övünme ve kibirlenme maksadıyla Kâbe’nin yapısını değiştirdiğini zannetmelerini hesaba katarak bu meşru maslahattan vazgeçmişti. Bundan dolayı, Hadisten, kötülüğe yol açacağından emin olunan durumlarda maslahatı terk etmenin caiz olduğu anlaşılır.