Kur’an’da başlı başına mucize olan ayetler de vardır: Bu ayetler gerek geçmiş milletler hakkında verdikleri haberler bakımından gerekse Romalıların Persleri yeneceklerine dair verdiği istikbale matuf bilgiler, birer mucizedir. “Elif, Lam, Mim, Rumlar (Bizanslılar) en yakın bir yerde yenildiler, onlar bu yenilgiden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. İş eninde sonunda Allah’a aittir. İşte o gün insanlar, istediğine yardım eden Allah’ın desteğine sevineceklerdir. O güçlüdür, merhametlidir.”(Rum: 1-5) Bunların yanı sıra, ne kadar edebi değerleri yüksek olursa olsun insan sözünün, Kur’an’daki ilahi anlatım seviyesine asla erişemeyeceği hakkında, her çeşit fikre sahip kimseleri ikna etmeye çağıran ekonomik, sosyal ve yasama kanunlarını içerir mahiyette mucize ayetler de vardır.
Dikkatimizi çeken ilk husus, her zaman her mekânda tevhit ve iman davası karşısında şirk ile küfür arasındaki irtibattır. Hicretten önce, Müslümanlarla müşrikler arasında inançla ilgili çekişmelerin kızıştığı dönemde, Rumlarla Mecusiler arasında savaş patlak vermişti. Rumlar; ehli kitap olup, dinleri Hıristiyanlıktı. Farslar ise tek Allah inancı taşımaz ve taptıkları şey ise; ateşti. Bundan dolayı Mekke müşrikleri, olayda şirk inancını, tevhit inancına üstün saymaya bir yön ve küfür milletinin iman milletini yenmesini de kendileri için sevindirici buluyorlardı. “Müşrik Kureyşliler, Perslere sempati besliyorlar ve onların üstünlük sağlamasının, tek ilah fikrine karşı muhalefetlerini güçlendireceğini ümit ediyorlardı. Muhammed (as), Bizans’ın “birkaç yıl içinde” galip geleceğini haber veren yukarıdaki ayeti tebliğ edince, Kureyşliler, bunu istihza ile karşıladılar.
Müşrikler, “Ey Ebubekir, arkadaşın birkaç yıl içinde Rumların Farsları yeneceğini söylüyor! Ne dersin? Dediklerinde o: “doğrudur” dedi. Onlar: “bahse girelim mi?” dediler ve haklının anlaşılması için beklemek üzere, beş sene takdir ettiler. Yedi sene geçti, hiçbir şey olmadı. Müşrikler bu duruma sevindiler; Müslümanlara bu durum ağır geldi ve üzüldüler. Olay, Hz. Peygamber’e intikal edildiğinde: “Size göre birkaç yıl ne kadardır?” diye sordu. “Ondan az olan” dediler. Hz. Peygamber: “Git bahse konu olan malı arttır, süreye de iki yıl ekle” dedi ve süre, dokuz yıla,(Tirmizi) deve sayısı da yüze çıkarıldı. İki yıl geçmez kervanlar, Rumların İranlıları yendiği haberini getirdiler.(İbn Kesir) Bunun üzerine Abdullah b. Ebubekir develeri Übey b. Halef’ten aldı.
Hz. Peygamber ve ashabı, bu galibiyete sevindiler, taraf olduklarını ilan ettiler, tevhit inancının şirke galibiyetini canı gönülden arzu ettiklerini deklare ettikleri için de Allah onları mahcup etmedi ve “galip geleceklerdir” fermanını indirdi. Çünkü ilahi dinlerin özü birdir. Bundan dolayı dünya menfaatlerinden, ön yargılardan uzak olan sağduyu sahipleri, Allah’tan gelen her vahye inanır, onunla sevinir ve vahye inananların galip gelmesini ister. İşte Müslümanlar da kitap sahibi olan Hıristiyanların galibiyetini gönülden istemiş ve onların başarısıyla sevinmişlerdir. Çünkü Müslümanlar kendilerini kitap ehline bağlayan bir bağın varlığını hissediyorlardı. Müşriklerin herhangi bir yerde zafer kazanmalarından rahatsız oluyorlardı. Kin ve hasetten uzak olan Müslümanların bu şekilde davranmaları Kur’an mesajını anladıklarının göstergesidir.
Müslümanların sevinmesi, Romalıların ehli kitap olmalarıyla, kitabın özünden uzaklaşmalarına rağmen, Fars putperestliğine göre, sevilmeyi daha çok hak ettiklerine bağlamak, ilk bakışta makul bir gerekçedir fakat başka nedenlerde vardır. Gerçeğe en yakın olanı, bu tavrın (müminlerin sevinmelerinin) daha küçük olan düşmanın (Roma’nın) galip gelmesini isteme eğiliminden kaynaklanmasıdır. Çünkü küçük düşmanın kazanması daha kazançlı bir sonuçtur. Şayet daha büyük olan düşman (İranlılar) kazanacak olursa, ondan duyulan korku biraz daha artacaktır. Bu anlamı düşünmenin yanında, Peygamberimiz ’in dininin üstün gelmesini, insanlara sunulmak üzere kendisine verilen şeriatın egemen kılınmasını ve bütün topluluklara bu mesajı etkin bir biçimde sunmayı istediğini de göz önünde bulundurduğumuz zaman, meselenin özü daha rahat anlaşılır. Öte yandan Mekke müşrikleri, Allah’ın bir kral göndererek Muhammed’i ortadan kaldırmasını ve böylece kendilerini ondan kurtarmasını istediklerini de unutmamak gerekir.
Burada Allah Roma’nın mücehhez gücünü Müslümanların yararına kullanıyor. Çünkü Müslümanların henüz donanımlı bir güçleri yoktur. Romalılar İranlıları yenilgiye uğrattıkları zaman, doğal olarak onların güçlerini kıracak, caydırıcılık özelliklerine son vereceklerdir. Ama kendileri de galip gelmelerine karşın güçlerinden çok şey kaybedeceklerdir. Bu da Müslümanların onları günü geldiğinde yenilgiye uğratmalarına zemin hazırlayacaktır. “Müslümanlar Bizanslılara galip gelecek, Müslümanlar Perslere galip gelecek.”(Heysemi, Mecma) Bunun anlamı, İslam’ın çöküşe geçen iki süper gücün enkazı üzerinde yepyeni bir dünya gücü olmasının yolunun açılıyor olmasıdır. Bu konuda muvazene (karşılaştırma) her zaman için iyi olan ile daha iyi olan arasında, azimet ile ruhsat arasında, iki şerden daha hafifi, iki zarardan daha ehveni arasında söz konusudur.
Cahiliye Arapları akide, düşünce, değer, ölçü, adet, gelenek, ahlak ve şuur gibi şeyleri değiştirmekle yetinmeyen, belki beşeriyetin liderlerini tağutlarını ve cahiliyenin elinden alıp Allah’a ve İslam’a iade etmek istediği nizamları, düzenleri, yasaları ve kanunları değiştirmek isteyen bu yeni dinin karşısında set gibi durdular. Kuşku yok ki bir kere vuku bulan bir kere daha vuku bulur. Meydana gelen olaylar, harikulade mucizelere göre değil cari olan kanuna göre meydana geldi. O yapı, birikimi tüketmek, toplanmak ve doğru olan yöne başını bırakmak isteyen herkes için azık olan fıtrat birikimi üzerine kurulmuştur. Hz. Peygamber’in, Allah’ın indirdiği metotla başını çektiği değişiklik, insanların nefisleriyle başladı. İnsanlardan büyük adamlar yetiştirdi. Sonra yetiştirdiği kişilerle, toplumun şeklinde en büyük değişikliği gerçekleştirmek için yola koyuldu. Zira insanların karanlıklardan aydınlığa, cehaletten ilme ve gericilikten ilericiliğe taşıdı. Bunu yaparken Sünnetullahı uygulayarak yaptı. Sünnetullah da olağanüstü şeyler değil belki esbabı zahireye sarılıp Allah’a güvenmekle hayatın tanıdığı en güzel medeniyeti oluşturdu. Vesselam.