İslam, insan cinsinin birliğini tekit için geldi: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden de birçok erkek ve kadın…”(Nisa:1) Yaratmış olan Allah'tır. Soyla övünmeyi yasakladı: “Allah sizden cahiliye övgüsünü ve babalarla iftiharı giderdi. Arabın aceme takvadan başka bir üstünlüğü yoktur.”(Rudani) İnsanın üstün olduğunu, saygıya müstahak olduğunu ilan etmiştir: “Biz insanoğlunu şerefli kıldık.”(İsra:70) “İnsanlar tarak dişleri gibi eşittirler”(Ahmed) kanun önünde farksızdırlar. “Adaletli olun; o takvaya daha yakındır.”(Maide:8) “Mümin, mümine karşı parçaları birbirine destek olan bir bina gibidir.”(Buhari) “Birbirinizde düzeltilmesi gereken bir hata bir yara görürseniz hemen onu giderin.”(Tirmizi, Ebu Davud) İşte bunun için halklar, tam bir hürriyet ve istekle, hiçbir ikrah ve zorlama olmadan İslam’a koşuştu. İslam’la hürriyetlerine, insanlık ve üstünlüklerine kavuştular. 

     Bazan bin Sasan ve oğlu Şehr bin Bazan adlı iki zatın soyları İran Kisrasının soyuna ulaşıyordu. Ama Efendimiz Bazan’ı Yemene, oğlu Şehr’i de Necran’a vali tayin buyurmuştur. Bilal Habeşlidir. Ömer ondan bahsederken; “Efendimizin kölesi Bilal bizim efendimizdir”(Hâkim) der. Suheyb Romalıydı Hz. Ömer bir Mecusi tarafından yaralandığı zaman kendi yerine halife seçilinceye kadar, Müslümanlara namaz kıldırması için ona imamet vazifesini vermişti. Hz. Ömer’in şahadeti üzerine de bizzat onun cenaze namazını kıldırmıştı. Hz. Osman’ın halife seçilmesine kadar tam üç gün hilafet makamında bulunmuştur.(İbn Sa’d)  

     Ebu Huzeyfe’nin kölesi Salim dünyadan ayrıldıktan sonra bir gün Ömer’in onun için söylediği şu cümleye dikkat edelim: “Ebu Huzeyfe’nin kölesi hayatta olsaydı onu vali tayin ederdim.” Efendimiz ’in Zeyd bin Harise’yi halasının kızı Zeynep ile evlendirdiğini göz önüne getirelim. Efendimiz Usame’yi içinde Ebubekir, Ömer, Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) ve benzeri ashabı güzidelerinin bulunduğu bir ordunun başına kumandan tayin etmiştir. Hz. Ömer oğlu Abdullah’a Usame'den bahsederken: “Onun babası rasulullah’a senin babandan ve senden daha sevimliydi”(Tirmizi) demiştir. Efendimiz de Usame Hakkında: “Usame bana insanların en sevimlisidir”(Buhari, Müslim) buyurmuştur. İşte peygamber döneminde oluşan ilk ve samimi İslam toplumu insanları birbirlerinden uzaklaştıran ırki saikleri tamamen kaldırmıştır. Ve Bilal-i Habeşi, Suheyb-i Rumi, Selman-i Farisi, Huzeyfe'ninazatlı kölesi Salim’i, Bazan bin Sasan ve oğlu Şehr bin Bazan’ı, Zeyd b. Harise ve oğlu Usame’nin arasında herhangi bir ırk ayırımıyla aralarına girecek engeli İslam toplumunda görmek mümkün değildir. Hatta dil sürçmelerinden dolayı yapılan hatalar en uygun şekilde bertaraf edilmiş ve kıyamete kadar ümmet için örnek teşkil etmiştir. 

     Sahabenin ileri gelenlerinden Ebu Zer el-Gıfari dili sürçerek ve farkında olmadan rasulullah’ın kendisi için ona, “Ya Bilal, beni cennette ne ile geçtin? Cennete her ne zaman girsem senin sesini duydum”(Tirmizi) dediği Bilal’i renginden dolayı ayıplar ve ona: “Siyah kadının oğlu” der. Bilal bu durumu Peygamber'e bildirir. Hz. Peygamber de Ebu Zer’e derki: “Ebu Zer! Onu anasından dolayı ayıplıyor musun? Gerçekten sen kendisinde cahiliye (ahlakı) olan birisin.”(Buhari) demiştir. Ebu Zer yüklenmiş olduğu büyük günahın ve işlediği büyük cürmün yanlışlığını anlar ve farkında olmadan ağzından kaçırdığı bu sözün ona pahalıya mal olacağını idrak eder. Üzüntüsünden yüzünü yere koyar ve Allah’a yemin ederek: “Bilal gelip başımın üzerine basmadıkça buradan kalkmayacağım.” der. Ancak Bilal’in, başına basıp onun yaptığı yanlışlığı bu şekilde cezalandırmak suretiyle cahiliyenin o izleri silinebilirdi. İşte yepyeni bir toplum, insanlığın üzerinde bina edildiği son derece ince prensipler, mükemmel ve fevkalade yollar, yepyeni insani bakış açıları. İnsanlardan üstün konumda olup makam, nüfuz ve servet sahibi niceleri, Habeşli köle Bilal’in elde ettiğinin onda birini elde edemedi! Hatta ve hatta tarihe geçen nice kahramanlar, Bilal’in sahip olduğu kadar büyük bir şöhrete sahip olamadı. Onun cildinin siyahlığı, soyunun seçkin olmayışı, insanlar yanında sadece bir köle oluşu; sıdkıyla, yakiniyle, temizliğiyle ve fedakârlığıyla layık olduğu o yüce mevkiye yerleşmekten kendisini alıkoymadı. 

     İslam soy sop, ırk ve vatan unsurunu değerlendirirken insanları inançlarına ve takvalarına göre değerlendirir, ona göre kıymet biçer. Biz, vatanseverliğin sınırını inanç olarak kabul ediyoruz; vatanseverler ise, toprak parçası ve coğrafik sınırlar olarak kabul ediyorlar. Bize göre, “Lailahe İllallah, Muhammedu’r-Rasulullah” diyenler Müslümanın yaşadığı toprak parçası vatanımızdır. Bizim katımızda saygınlığı ve yüceliği vardır. Orayı sever ve sayarız; gelişmesi için gayret gösteririz. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde yaşayan bütün Müslümanlar, bizim ailemiz ve kardeşlerimizdir. Onların dertleriyle ilgilenir, duygularını paylaşır ve hislerine ortak oluruz. Herhangi bir Müslüman ülke, haksız bir şekilde başka bir Müslüman ülkenin sırtından geçinip güçlenmek isterse, biz bunu hiçbir İslam ülkesi için kabul etmeyiz. Zira biz, tüm İslam ülkelerinin ancak çalışarak ve yardımlaşarak güçlü olmasını isteriz. Hâlbuki coğrafik anlamda vatanseverliği savunanlar, başka Müslüman ülkelerin sırtından geçinip güçlenmede herhangi bir sakınca görmezler. İşte bu noktada, Müslüman ülkeler ve milletler arasındaki bağlar çözülür, güçleri zayıflar, düşmanlar onları birbirlerine kırdırır. “Müslümanız, mekân derdimiz yok. Dokuz kat gök halkasından harice çıkmışız. Bize bir secde öğrettiler ki, onun sayesinde her “efendi”nin değerini ölçeriz, biliriz… Biz, vatancılık kavgasına yabancıyız. Biz, iki gözün aynı ışığıyız ve biriz” diyen İkbal ne güzel demiştir. 

     Bilgisiz kimselerin zihinlerinde kargaşa yaratmak için başvurulacak ilk ve en etkili yol milli olanla milliyetçi olan arasındaki farkı gözden kaçırmaktır. Aslında bu fark bazen sevgi ve nefret arasındaki fark kadar büyük olabilir. Milli duyguları olan bir insan kendi halkını sever, onların kusurlarını da erdemlerini de kendi üstünde taşır, çünkü o halka aittir. Bir milliyetçi ise kendi halkını sevmekten çok başkalarından nefret eder, daha da önemlisi, uygulamada, başkalarının mülkü olan şeyi ister. Başkalarına ait farklılıkları boğar, hoşgörüsüzdür, fiziksel baskı uygular. Kendisine ait olanı savunmaz, kendisine ait olmayanı ister. Aşırı milliyetçiliğin özünde Allah’a inanç yoktur. Dünyanın büyük bütün dinleri şu basit hakikati öğrenmeye çalışır: Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre. Vesselam.