Yüce dinimizi bireysel ve toplumsal hayatımızda ayakta tutan temel yapıtaşlarından birisi de adalettir. Adalet, -ne eksik ne fazla- hak sahibine hak ettiği karşılığı teslim etmektir.
Kulluğumuz bir kuşun iki kanadına benzer; bir kanadı ‘Tevhid’, diğer kanadı ise ‘Adalet’ diye çırpmak zorundadır. Tevhid, Allah’ı tek otorite kabul etmek, yarattığı bu muhteşem kâinatın, ancak O’nun belirlediği kurallarla yaşanabilir olacağına inanmak ve Yüce Allah’a karşı sorumluluklarımızı yerine getirmektir. Adalet ise; başta insan olmak üzere tüm varlığa karşı doğru ve dengeli kararlar alıp, doğru ve dengeli işler yapmaktır. Tevhidin olmadığı yerde şirk, adaletin olmadığı yerde zulüm vardır. Yüce Allah’ın şirki asla affetmemesi, zulme ise asla rıza göstermemesi, dikkatlerimizi bu iki noktaya yoğunlaştırmamız açısından önemlidir.
Adalet, hukuk devletinin temelidir. O itibarla Hz. Allah, insanların adalete uygun davranmasını isteyerek; ‚Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.‛(Nahl, 90) ayeti ile toplumsal meselelerde adaleti temel esas olarak belirlemiştir. Toplumda güvene dayalı sosyal hayatın temini, haksızlıkların ortadan kaldırıldığı bir sistem olan adalet anlayışı ile gerçekleşecektir. Uygulamada adaletin bozulmamasının iki teminatı vardır: İmana dayalı ahlak…
İslam dinine göre insan, yeryüzüne bir takım üstünlüklerle donatılarak halife gönderilmiştir. İşte bu, hem yeryüzünde –Allah adına- bir takım işler yapmak ve hem de kendini ve çevresini idare etme kabiliyetine sahip olmak demektir. Bu sorumluluğu Efendimiz sav şöyle beyan buyurmuşlardır:‚ Hepiniz sorumlusunuz, yükümlülüğünüz altındakiler(i idare etmek) den hesap vereceksiniz. Bu, akıllı ve mükellef her insanın dünyada imtihan sırrına binaen deruhte ettiği bir sorumluluk mevkiidir. Bir de Peygamber Efendimizin: ‚Ben, namaz ve diğer ibadetlerle emir olunduğum gibi insanları yönetmekle de emir olundum.‛ Şeklinde ifade ettiği daha özel bir yönetim vardır: Bu, Müslümanların işlerini görmek, onlara hizmet etmek gibi ağır bir sorumluluk isteyen ve insanların yükünü deruhte etmek anlamına gelen başta ‚Devlet Başkanlığı‛ olmak üzere vezaret ve devletin üst makamlarını ihraz etmektir.
Yüce Allah bizlere, kendi aleyhimize, hatta anne-baba ve yakınlarımızın aleyhine bile olsa, adaleti daima ayakta tutmamızı, insanlar arasında bir değerlendirme yapacağımızda, adaleti ilk sıraya almamızı emreder. Adalet, sadece sevdiklerimiz söz konusu olduğunda tecelli etmesini beklediğimiz bir ölçü olmamalıdır. Zira Rabbimiz adalet konusunda kişisel değil, objektif karar almamız gerektiğini şu ayetle beyan eder: ‘’Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin.’’
Bilirsiniz ben kitap okumayı, okutmayı çok severim. Hatta evde ailece en az 25 dakika okuma alışkanlığımız vardır. Bir kitapta hakkaniyet ve adalet üzerine çok güzel bir bölüm okumuştum. Hatta defalarca birkaç kez okudum.
Kitapta, John Rawls A Theory of Justice adlı ünlü eserinde siyasal topluluklarının işlemesi için gerekli ilkeler konusunda bir karara varmak üzere bir araya gelmiş insanlar kabulünden yola çıkan bir ön görü vardı. Eş deyişle, bu insanlar toplum sözleşmesi işine koyulurlar. Rawls’un buna ek olarak bir alt kabulü daha vardır: bu insanların bireysel olarak kendileriyle ilgili her şeyi unutmaları gerekir. Zengin ya da yoksul; kadın ya da erkek olup olmadıklarından haberleri olmayacaktır. Bu insanların toplum içindeki konumlarını ve ırklarından da haberleri yoktur; sadece bireyler olarak bir araya gelirler. Bu insanlar kendi yararlarını yakından gözeteceklerdir ama kim olduklarını bilmemektedirler. Rawls adaletin bu yollu sağlanabileceği fikrindedir, zira her kişi, sonuçta ne olurlarsa olsunlar, kendi yararına olan şeyleri yasa haline getirmek isteyecektir. Rawls’a göre böyle bir grup iki ilkeye gerek duyacaktır: özgürlük (eşit haklar) ve kaynakların dağıtımı. Rawls buna “hakkaniyete” dayalı adalet, der. Bu yazıda “hakkaniyet olarak adalet” anlayışı genel olarak tartışmaya açılacaktır.