Son yüz yıldır, İslam dünya kamuoyunun önünde yargılanıyor. Değerlerine ve ilkelerine yönelik bir sorgulamaya, hatta suçlamaya yanıt vermek zorunda bırakılıyor. İslam, takipçilerinin birkaç tanesinin sebep olduğu istikrarsızlığa, şiddet ve kargaşaya katkıda bulunmak ve hatta bunu teşvik etmekle suçlanıyor. Müslümanlar dört bir yandan yöneltilen ithamlar ve iftiralar ile kuşatılmış hissederek savunmaya geçmek zorunda kalıyorlar. Saldırılar bitmek bilmiyor; bir mesele çözülür çözülmez yerine bir başkası geçiyor. Her yerde bir savaştır sürüp gidiyor: “Müslümanların zihni için savaş”tan “İslam ruhu için savaş”a; “terörizme karşı savaşlara kadar.” 

    Avrupalı parlamenterler İslam fıkhının incelikli yönlerini tartışıyor. Amerika başkanları İslam dininin meziyetleri hakkında ahkâm kesiyor. İslam bir yandan bulvar basınının felaket tellallığı yapan manşetlerine yem olurken, bir yandan da dünya medyasının daha ağır başlı ve düşünceli kesimini meşgul ediyor. İslam, modern zihniyet tanımlayan her türlü ilkenin karşısına dikilen engel yerine konmuş durumda. Ne zaman ifade özgürlüğü tehdit altındaymış gibi dursa, tehdit İslam’dan kaynaklanıyor. Ne zaman ibadet özgürlüğü kısıtlansa, diğer dinlere karşı sözde tahammülsüzlüğü ve azınlıklara karşı uyguladığı aşağılayıcı muamele yüzünden kınanan yine İslam oluyor. 

    İslam hakkında 11 Eylül sonrası dönemde ortaya çıkan haksız yorumlar, akıldışı köktencilik ve intihar terörüne bağlı olarak, onun doğası gereği şiddet eğilimli, hoşgörüsüz bir din olduğu görüşünü yaygınlaştırdı. 11 Eylül'den beri değerlerimizin savaşçı biçimde “savunulması” hususuna, geçmişin soğumuş, belki de sinmiş muhalif aydınlarının ülke çapında ileri sürdüğünden çok daha fazla özen gösterip şüpheyle yaklaşmamız gerekmektedir. Bernard Levis gibi itibarsız şarkiyatçılar tarafından desteklenip kışkırtılan aynı zırvaları tekrarlayan “uzmanlar” ile misyonerlerin sonu gelmemektedir.  

    Daha da kötüsü söz konusu propaganda aşırı uçtaki siyasi ideolojiler olarak, kanlı ve yıkıcı olagelmiş hıristiyan ve yahudi köktenciliğine en ufak bir atıf olmaksızın yürütülmektedir. Esasen aynı dünyaya ait tüm bu aşırılıklar birbirini besler, birbirine özenir ve birbiriyle rekabet eder. Her biri diğerinden daha tarih dışı ve hoşgörüsüzdür. Tabii ki yabancı şeytanları taşlarken kendilerininkilere nazikçe göz kırpan Dante’nin “övgüden uzak, rezil biçimde yaşayanlar” dediği dalkavuk ve tarafsızların yolunu takip etmeyip iyice tamamlanmış laik bir bakıştır. Bu kimin savunduğundan ve uyguladığından bağımsız olarak dinsel yobazlıktır. Bu konuda “bizimkisi sizinkinden daha iyi” tavrı takınmak mazur görülemez. 

    Müstekbirlerin tümü birleşmiş ve İslam milletini yok etmek için saldırıdadırlar. Ellerindeki maddi imkânları ve teknoloji üstünlüğünü kullanarak İslam topraklarını işgal etmişlerdi. Bir yandan da ırkçılık hareketlerini başlatıyorlardı. Müslüman olduktan sonra birbirleriyle kardeş olan müslüman kavimlerde ırkçılık ruhunu uyandırıp onları birbirine düşman ettiler. İslam dünyasına ektikleri en büyük fitne tohumu olan kavmiyetçilik akımı,  kolayca yeşerdi ve zehirli meyvelerini verdi. Kavmiyet davasına kalkışan müslümanlar, birbirinden el çektiler, çözüldüler ve biri diğeriyle sadece bu dava uğrunda savaşa tutuştu. Böylece müslümanlardaki güç ve kuvvet gitti, yerine esarete rıza gösterme duygusu yerleşti. 

    Bu durumdan sonra müslümanlar, Batı’nın her şeyde üstün ve ileri olduğuna inanmaya başladılar. Devamlı onları üstün, kendilerini aşağıda görme duygusu hâkim oldu. Asrısaadet ’ten beri hâkimiyet dizginlerini elinde tutan müslümanlar, mahkûmluğu kendilerine reva görüyorlardı. Hatta bunu kendi kaderleri olduğu inancına bile vardılar. “Mademki kaderimiz budur, o halde rıza göstermek gerek” derecesine davranan müslümanlar, derin bir uykuya daldılar. Şairin “Artık kuşu kovmuyorum ağaçtan / Meyvesinden denemiştim acıyı” demem. Bütün bu yanlış anlamlar, hatalı tavırlar ve İslami olmayan düşüncelerin etkisinde kalıp manen uykuya dalan İslam dünyasını uyandırmak gayesiyle Himalaya dağlarına çıkan ve avazı çıktığı kadar bağıran Muhammed İkbal edasıyla derim ki:  

    “Bak bütün Şark ne halde, / Külü göğe savrulmuş… / Boğulmuş bir inilti susuyor… / Eseri yok… Bu kaybolmuş bir feryat / Bir toprakta bir zerre bir muzdarip nazardır. / Hindistan’dan isyan et; Semerkant'tan / Irak'tan, Hemedan’dan tuğyan et; / Bir hayat göster canlan / Uyan derin uykudan uyan! / Derin uykudan uyan! / derin uykudan uyan.” 

    Allah’a giden merdivene hiç kimse kirli ayaklarla, yıkanmamış ellerle dokunamaz. Saf olmayanın saf olana dokunması kutsala saygısızlıktır. Müslüman evladı, müslümanların içinde İslam için “Orta çağ zihniyeti” diyebilmektedir. Bire gafil! Taklit ettiğin Batılı ilim adamları bile İslam’ın “orta çağı” yoktur itirafında bulunuyorlar. Köpekler bile her zaman yabancılara havlar! İslam dini ve müslümanlar çevresinde olup biten her şeyin odağındadır. Bu da müslümanların dinlerinin dinamiklerini ne kadar ihmal ettiklerinin göstergesi ve ne kadar bölük pörçük olduklarının nişanesidir.  

    Müslümanlar! “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!”(Kıyamet:36) buyruğuyla Rabbimiz (cc) bizi nizam ve intizamla sorumlu tutmuştur. Bu sorumluluğu yerine getirmezsek suç işlemişiz demektir. Pisagor, suçlu insanları hayvanlara, Empedokles, bitkilere, Allah ise “Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar”(Furkan:44) demiştir. Ağacı ağaç yapan kabuğu değil duygusuz sorumsuz doğasıdır. Yük hayvanını yük hayvanı yapan da postu değil kaba hayvansal ruhudur. İnsanı insan yapan da salim aklı ve ruhudur. “Aklını kullanmayanların üstüne biz pislik yağdırırız”(Yunus:100) diyordu Rab (cc). İnsan her istediğini yapma yetkisine sahip değil, fakat hiç kimsede onun meşru hak ve özgürlüklerini kısıtlama yetkisine sahip değildir. Müstekbir ve yandaşları ve onların da yandaşları bilsinler ki, sıkıntı içerisinde geçirdiğimiz her günümüz bizim sıkıntımızı azaltırken, onların sıkıntıları çoğalacaktır. Vesselam.