İslam dini, Allah tarafından tedricilik prensibine uygun olarak kemale erdirilmiş ve Allah’ın insanlara olan iyiliği bu dinle zirveye yükselmiştir. Kur’an bir anda ve toptan değil tedricilik ruhuna muvafık olarak dönem dönem indirilmiş ve peygamber elçilik vazifesini yüklendiği andan, ölümüne kadar bu indiriliş sürmüştür. Kur’an, ortaya çıkan çeşitli olaylara göre inmekteydi. Zamana göre sıralandırılmasında, her nazil olan yeni ayet kendinden önce ve sonra gelen ayetlerle kademeli olarak irtibatlı ve günün ihtiyacıyla ilgili idi. Görev verme, basitten zora doğru kademeli olarak ilerleyen bir yol takip etmiştir. Allah’ın ilk emri “oku ile başlıyor, sonra peygamber’e görev veriliyor, “kalk ve korkut”, “Rabbinin azabından korkutarak onun yoluna çağır.”Uyarmaya ilk önce yakınlardan başladı; “Yakınlarını, aşiretini uyar.” Sonra görevin sınırı bütün şehri kaplayacak şekilde genişledi. “Senin Rabbin bir uyarıcı göndermeden bir şehrin halkını helak etmez. Kendi ahalisi zulmetmedikçe o şehir halkını biz helak edici değiliz”(Kassas:59) ve sonra çevre vilayetleri de kapsayacak şekilde davetin sınırı genişleyerek, “Biz bu Kur’anı ana şehirdekileri ve çevre şehirdekilerini uyarasın diye gönderdik”(En’am:92)ve son olarak da görev sınırı bütün insanlığı kaplayacak şekilde ilan ediliyor; “Habibim, seni ancak âlemlere rahmet olsun diye gönderdik.”(Enbiya:107)

 


Her şeye kadir olan Allah âlemi altı günde devre devre yaratmıştır.(A’raf:54) Tekâmül ve tedricilik kanununa uyulması her zaman ve her yerde zaruridir. Her şeyi kısa bir müddet içinde yapmak isteyenler hiçbir şeyi yapamazlar. Bir şeyi vaktinden evvel isteyen, mahrumiyetle karşılaşır. Yanılgı aceleden doğar. Tedricilik kolaydan zora, basitten mürekkebe, küçükten büyüğe, azdan çoğa doğru gitmeyi gerektirir. İslam dininin ruhu ve kuruluş felsefesi bu esasa dayanır. Sünnetullah, yavaş yavaş akan bir çeşmeye benzer. O, önce çevresini ıslatır. Sonra yavaş yavaş etrafa yayılır. Hz. Ebubekir; “Kuşkusuz farz yerine getirilmeden, nafile kabul edilmez” derken, Rousseau “Bizim en büyük felaketlerimiz küçük felaketlere çare arama çabalarından kaynaklanır” diyordu. “Kişinin halleri vardır,/ Hallerin de fırsatları… / Zamanın vakitleri vardır, / Vakitlerin de hadiseleri…”

 


Hz. Muhammed elçiden ziyade anlatılamayana beşeri şekil vermek için çabalayan tercümandı. Vahiyler onu eşit miktarda gururlu ve kararlı, yorgun ama güçlü ve aklı başında yapmıştı. Bazen soğuk havalarda bile ter içine batmış olur başka zamanlardaysa soğuktan titrerdi. Sanki tüm dünyanın yükü üstüne binmiş gibi, bazense şiddetli bir şekilde titremeler gelirdi. Sonunda onu yorgun düşürür ve dünyaya anlatmaya hazırlandığı kelimeler içinde bu haldeyken şekillenmeye başlardı. Acı, süreç hayatin bir parçasıydı; yaptığı bir anlamda bu olduğu için doğum sürecinin parçasıydı, sonuçta ayetler halinde Kur’an’ı doğurmaktaydı.

 


 Önce Mekke’de temele umumi esaslara ait sureler gönderilmiş, Medine’de gönderilen surelerle bunların tatbikatı yapılmıştır. Bu zamana bağlı kademeli ilerleme ve buna göre ayetler arasındaki irtibat, vahyin ilk başlangıcından Veda Haccına kadar sürdü. Nitekim zamanında Arabistan’da, hayat düzenini değiştirme ameliyesi, on sene devam etmiştir. Miras sistemi, hicri üçüncü veya dördüncü yılda değiştirilmiştir. Nikâh ve talak kanunları tam anlamıyla ve tam olarak; ancak hicretin beş veya altı sene sonra uygulanmıştı. Ceza hukuku, sekiz senede tamamlanmıştı. Ülkenin iktisadi düzeni, kademeli olarak dokuz senede değiştirilmişti. İçki kesin olarak sekizinci yılda haram kılınmış, faiz dokuzuncu yılda külliyen kaldırılmıştı. Bu demektir ki, Ne varsa önceden planlanmış, ayarlanmış ve yerli yerine konulmuştur. Hatta Nebi’nin ölümü dahi bu hesabın dışında değildir. Bu yüce görevi Allah’tan başka kim verebilir? Bu nedenle kim işlerinde başarıyı garantilemek istiyor ve yenilgiyi tatmak istemiyorsa Allah’ın değişmez kanununa yapışmalıdır. İlahi kanunlara karşı tavır almanın yarar getirmeyeceğini kesinlikle kafasına koymalıdır.

 


Kureyş’in bütün gücüyle peygambere karşı savaş açmaya ve İslam’ın insanlara ulaşmasını engellemek gayesiyle, ticaret ve hac için Mekke’ye gelen gruplara Rasulullah’ı karalamak ve itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Peygamber ve arkadaşları ise insanların toplu bulunduğu yerlere gidip onları İslam’a davet ediyor ve İslam’ın genel prensiplerini onlara açıklıyordu. Bunları yaparken düşmanla çatışmayı önlemeyi öngören belirli bir plan içinde, silah kullanmayı gerektirecek şiddetli çatışmalara girmekten kaçınıyorlardı. Kur’an’ın mesajından hareketle, Kureyş’in putlarına çatmayı da azaltmıştılar; “Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah’a sövmesinler.”(En’am:108) Gruplara İslam’ın güzelliklerini anlatmak ve “Lailahe İllallah Muhammed’ün Rasulullah” kelimesi üzerinde önemle duruluyordu. Akabe heyetinden birinin “Allah’a yemin ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah kılıçlarımızla Mina’da bulunan halkın arasına dalarız.” Rasulullah, “Biz, şimdilik bununla emr olunmadık” demesi pek manidardır. Kılıç kullanmayı gerektiren birçok haklı sebepler olmasına rağmen, Mekke’de hiçbir müslüman’ın kendisini kılıçla veya kuvvetle koruduğunu tarih kaydetmemiştir.

 


 Peygamber ve ashabı için Allah İslam davasının tamamlanma ameliyesini 23 yıla serpiştirdi, hiçbir zaman güçlerinin fevkinde bir yükle onları karşı karşıya getirmedi. Bu ameliyede peygamber ve arkadaşları ne kadardan mesulseler şüphesiz ki 21. Yüzyılda yaşayan müslümanlar da o kadarından mesuldürler. Birisi kalkar da artık İslam dini tamamlanmış olup biz tümünden mesulüz hepsini harfiyen uygulamak durumundayız dese şüphesiz bu İslami bilmemek ve İslam mesajını kavramamaktır. Zira her ne durumda olursa olsun müslümanlar yapabileceklerinden mesuldürler, peygamber ve arkadaşlarına caiz görülen şüphesiz günümüzdeki müslümanlar için de caizdir. Bunun aksini düşünmek sağlıklı bir İslami çalışma metodu değildir. Bize bulaşan musibetlerin yükünü, yeni yetişen nesle yüklemek zulüm olur. Bu musibetler, uzun zamandan beri oluşan içtimaî ve siyasi hata, yanlış ve ihanetlerin bir birikimidir. Bu çalkantı ve bo­zuklukları az bir gayret ve kısa bir zamanda izale etmek o kadar da kolay değildir. Daha güzele ve daha iyiye ulaşma ümidiyle, çağdaş, siyasi ve idarî kuralların ve kurumların bizlere sağladığı pratik imkânlardan mutlaka yararlanmak gerekir. ALLAH’A EMANET OLUN.