KÖY MÜ, KENT Mİ?

İnsanların bazen zorlanarak yaşadığı, bazen de eski alışkanlıklarından vazgeçemediği nadir şehirlerdendir Batman.

Köy kültürünün bazen baskın olduğu 50-60 yıllık şehirde yeni nesil yeni trendi yakalrken orta yaş ve yaşlılarımızda alışamama sendromu devam ediyor.

Sadece biyolojik ve psikolojik değil, aynı zamanda sosyal bir varlık olan insanlar bu gerçeğin doğal bir neticesi olarak bir araya geldiklerinde, böylece toplu yaşama geçtiklerinde kent dediğimiz yaşam merkezleri doğmakta, ardından da karmaşık ilişkiler ağı ortaya çıkmaya başlamaktadır. Meseleye bu temel gerçeklik çerçevesinde yaklaştığımızda kentlilik kültürü ve bilincinin kentte bir arada huzur içinde yaşanabilmesi için gerekli olan sosyal ilkeler olduğu görülecektir. Dikkat edilirse sosyal ilkeler dedim. Bilindiği üzere doğadaki hiçbir olay, olgu ve işleyiş onu düzenleyen kanun ve/veya kanunlardan bağımsız değildir. Aynı durum sosyal yaşam için de aynıyla geçerlidir. Oysaki bizlere örgün eğitim süreci içersinde doğa bilimleri dışında da bir takım kanunların olduğu gerçeği öğretilmediğinden olsa gerek, çoğu zaman bu mühim olgunun idrakinde değilizdir. Yukarıda da belirtildiği üzere şehirler büyüdükçe karmaşıklığının artması, karmaşıklık arttığı nispette de şehir kültürünün ve bilincinin daha fazla ön plana çıkması kaçınılmazdır. Çünkü eşyanın tabiatı gereği büyüme ve karmaşıklık genellikle birbirine paralel bir seyir izler. Bu nedenle şehirler büyüdükçe karmaşıklık ister istemez artacaktır. Şehirleşmenin, en çok da hızlı kentleşmenin tabii bir sonucu diyebileceğimiz bu karmaşıklığın gerek önlenebilmesi, gerekse ortadan kaldırılabilmesi için gerekli olan kentlilik kültürü ve bilinci tıpkı istemli çalışan kaslarımızda olduğu gibi belli bir niyeti, iradeyi ve çabayı gerektirmektedir. Buradan şu gerçek anlaşılmaktadır: Karmaşık yaşam yerleri olan kentlerde daha az karmaşık bir ortamda, daha çok uyum içersinde yaşayabilmek için gerekli olan söz konusu kentlilik kültürü ve bilinci sadece arzu etmekle kazanılabilecek, sırf şehirde yaşamanın doğal bir neticesi olarak kendiliğinden oluşup gelişebilecek bir kazanım değildir. Kentlilik kültürü ve bilinci konuşma ya da yürüme gibi kendiliğinden değil; yüzme yahut okumayı – yazmayı öğrenme gibi belli yöndeki iradenin ve bir dizi istemli çabanın sonucu olarak sonradan ortaya çıkabilecek, ancak düzenli çalışmalarla beslendiği sürece gelişip büyüyebilecek bir kazanımdır. Oysaki bu bilimsel olgu genellikle hep göz ardı edilmektedir. Söz konusu değerlerin adeta insanların kendi kişisel uhdeleriyle kazanılması gerektiği düşünülmektedir. Şu gerçek hiç bir zaman unutulmamalıdır ki bir arada huzur içersinde yaşamanın temel şartlarından olan kentlilik kültürü ve bilinci bireylerin kendi uhdesine, kişisel insaf ve inisiyatiflerine bırakılamayacak kadar önemlidir. Çünkü insan önemlidir. Psikolojik açıdan bakınca kentlilik kültürü ve bilinci genel anlamda “davranış” kavramı altında ele alınabilir. Daha çok bu bilincin nasıl oluşturulabileceği üzerinde yoğunlaşan yazımda ben bu iki gerçeği “davranış” kelimesi altında ele almayı uygun buldum. İnsan davranışlarının büyük ölçüde genetik aktarımla ve çevre faktörünün tesiriyle, en önemlisi de eğitimle belirlendiği bilinir. Yine davranışlar üzerindeki iki güçlü yaptırım faktörü deyince ise akla yazılı kanunlar ve toplumun sessiz müeyyidesi sayılabilen gelenekler gelir. Her toplumda önemli davranış hataları -ki buna genel manada “suç” denilir- daha çok kanunlarda öngörülen cezai müeyyidelerle önlenmeye çalışılır. Ceza gerektirecek nitelikte bir davranış sayılmayan, ancak çok da hoş karşılanmayan ve adına “kabahat” diyebileceğimiz davranış ihlalleri ise toplum geleneklerinin “kınama, ayıplama, dışlama” gibi görünümlerle dışa yansıyan bazı sessiz yaptırımları yoluyla engellenmeye çalışılır.