Normalde her yaz annemlerin köyüne giderdik ancak o yaz bazı nedenlerden dolayı gidemedik. Ekimin sonu, kasımın başlarıydı. Dayım kışlık ihtiyaçları almak için ilçeye gitmiş, ani bir kararla bize gelmişti. Benle kardeşime, “Köye gelmek ister misiniz?” diye sorunca ‘Evet.’ dedik.
Ertesi günü köye gitmek üzere dayımla yola koyulduk. Köy en usta ressamın fırçasından çıkmış bir tablo gibiydi.
Birkaç gün sonra annemin akrabalarının çocuklarıyla köyü gezmeye çıktık. Köydeki evlerin her biri bir iki kilometre birbirinden uzaktaydı.
Anneannemlerin evi vadide kalıyordu. Annemin teyzesine gitmek için tepeleri tırmanmaya başladık. Derken bir tepenin başına çıktık. Tepede bir karakol vardı. Karakolun önünde büyükçe bir bayrak dalgalanıyordu. Bayrağın az ötesinde omzunda tüfeğiyle bir asker duruyordu. Asker bizleri gördüğü gibi bana elleriyle “Gel buraya!” işareti yaptı. Bir an durdum “Beni mi çağırdı acaba?” diye düşünürken yanımdaki çocuklardan biri, “Seni çağırıyor.” dedi.
Askerin yanına gittim. Nereden geldiğimi sordu. Birkaç kelimenin dışında Türkçe konuşmayı bilmiyordum fakat anlıyordum. Ardından okula gidip gitmediğimi sordu, gitmediğimi söyledim.
Asker okumanın önemi ve gereği hakkında öyle güzel ve etkili konuştu ki bir an evvel gidip babamın beni okula göndermesini o an ne çok istediğimi anlatamam.
Bir gün evin önünde oturmuş etrafı seyrederken anneannem, dayıma “Karakola git bakalım, ne diyorlar oğlum.” dedi. Karakol üç dört kilometre uzaklıktaydı. İletişim araçları dumandı.
Karakol; ateş yakıp, duman çıkararak köylüleri çağırıyordu. Anneannem dumanı görmüştü.
Dayım karakoldan geldi. Anneannem, “Ne diye çağırmışlardı oğlum?” dedi. Dayım babamın aradığını “Çocuklar okula gitmek istiyorlarsa onları hemen getir.” dediğini söyledi.
Sevincimden az daha uçacaktım. Dayım, “Okula gitmek istiyor musunuz?” diye sorduğunda kardeşim sessiz kaldı ama ben “Evet, evet.” dedim. Dayım kızdı. “Madem okula gidecektiniz ne diye geldiniz, bunca işi bırakıp sizinle mi uğraşayım?” dedi.
Ben ağlayıp “Gitmek istiyorum.” dedim. Ertesi gün dedemle yola koyulduk, gün batımında halamlara vardık, geceyi halamlarda geçirdik, sabah erken kalkıp tekrar yola koyulduk. Günü yolda geçirerek evimize vardık. Bir sonraki gün de annem bizleri hazırladı, babamla okula gittik.
Okul yeni yapılmıştı. İhata duvarı bile örülmemiş etraf inşaat malzemeleriyle doluydu. Okulun ne olduğunu bilmiyor, ilk defa okul görüyordum. Babam bizleri bir odaya götürdü. İri yapılı bir adam odadaydı. Babam adama bizi okula almasını söyledi ancak adam, “Okul başlayalı iki ay oldu, sen şimdiye kadar neredeydin? Kayıtlar kapandı.” dedi. Her ne kadar babam ısrar ettiyse de adam “Yok, alamam.” dedi.
Babam usulca odadan çıkarken kardeşimle babamı takip ettik. Okulun hemen önünde çakıl yığını vardı, ben oracıkta oturup ağladım. “Okula gitmek istiyorum, okula gitmek istiyorum.” dedim. Babam yerden bir taş aldı “Yaş mı, kuru mu?” dedi ben “Yaş.” dedim. Babam taşın bir yüzüne tükürüp taşı havaya attı, taşın kuru tarafı geldi. Babam “Bak kuru geldi; gitmeyin okula.” dedi şakayla. Çakıl yığının üzerine daha da yerleştim. “Olmaz ben okula gideceğim. Ben okula gitmek istiyorum, ben okula gitmek istiyorum.” Defalarca bu sözleri tekrarlayıp hüngür hüngür ağladım.
Neyse ki bir hafta sonra babam bizleri okula götürdü, kaydımız yapıldı. Babam birine söylemiş, o da yardımcı olmuştu.
Böylece okul hayatıma tesadüfi başlamış oldum. Askerle karşılaşmamış olsaydım, okulun önemini ve gerekliliğini bilmezdim, okula gitmekte bu kadar ısrar etmezdim. Ya da babamın konuştuğu kişi yardımcı olmasaydı belki bugün okul okumamış olacaktım.
Yani anlayacağınız okul hayatım tesadüfi oldu. Okula iki ay geç başlamam ve okul sendromu yaşamamla beraber, evde çalışmama destek verecek birileri de olmayınca birinci sınıfta okumaya geçemedim. İkinci sınıfta da köyden gelen akrabalarımız bizde kalınca yine okumaya geçemedim, üçüncü sınıfın ikinci döneminde nihayet okumaya geçtim.
Harflerden heceler, hecelerden kelimeler, kelimelerden cümleler kurmaya başladığım günden bu yana hep okudum. Okumanın lezzetine varınca artık okumadığım gün kendimde büyük bir eksiklik hissediyordum.
Yazarlık konusuna gelince: Bu serüven bende lise yıllarında başladı. Zaman zaman bir şeyler karalıyor, kitap sayfalarının arasına bırakıyordum. Bu bazen kısa bir öykü bazen bir şiir bazen de o anki duygularımı dile getiren birkaç cümleydi.
Ancak “İleride bir eser çıkaracağım.” diye bir düşüncem yoktu. Ta ki ‘Kuru Pınar’ın kahramanı Mehmet, “Hayatım tam bir romandır, ah keşke yazan biri olsaydı!” dediği ana kadar.
Evliyim, üç çocuk annesiyim. Çalışan bir insanım. Yazmak için zamanım olacak mı, olmayacak mı ya da roman yazacak kadar bilgiye sahip miyim? Bunları hiç düşünmeden “Evet.” dedim.
Ama bana göre “Evet” boşuna değildi. Bilinç altında bir ışık, yapabileceğime dair devreye girmişti. Çünkü ben iyi bir dinleyici, iyi bir gözlemleyici ve en önemlisi de iyi bir okuyucuydum. Arkadaşın anlattıklarından da çok etkilenmiştim.
Yazarlık serüvenimin ilk meyvesi olan ‘Kuru Pınar’, ebeveynlerin; gençlerin seçimlerine müdahale etmelerinin olumsuz sonuçlarını, günümüzün yitik ve boş sevdalarına pek benzemeyen saf bir aşkı, Batman’ın iklimini, gelenek göreneklerini ve de inançlarını anlatıyor. ‘Kuru Pınar’ı yazmamak olmazdı.
Yazarken kalemimin takılmadan aktığını gerek vekil öğretmen olarak çalıştığım yıllarda gerek memuriyet hayatımda gerekse sosyal çevreden edindiğim bilgi ve tecrübelerin zenginliğiyle yazabildiğimin ve de yazarken mutlu olduğumun ayrımına vardım ve böylece yazarlık serüvenim başladı.
YAZMAK, bilgi aktarmaktır.
YAZMAK, yaşanılanları yaşatmaktır.
YAZMAK, bulunduğun coğrafyaya ve döneme ışık tutmaktır.
YAZMAK, tarihe iz bırakmaktır. Bunları gerçekleştirmek adına yazmaya karar verdim. Yazmak artık benim dünyamdır.
Bir insan ve bir yazar olarak amacım önce doğup büyüdüğüm topraklarda sonra ülkemde ve sonra da dünya genelinde kişilikli insan yetişmesinde katkıda bulunup ışık tutmaktır. Az da olsa bir katkı sağlayıp ışık tutabilirsem ne mutlu bana.