İlkokulların beş yıl olduğu dönemlerde vekil öğretmen olarak ilkokulun birinde beşinci sınıfları okutmak üzere görevlendirilme işlemlerim bittiği gibi sınıfa geçtim ama ne göreyim, çocukların çoğu ayakta; bağrışmalar, itişip kakışmalar…
Gürültüden, içerideki tozdan, burnuma sökün eden ağır kokudan bir tuhaf olup şaşkınlık içinde kalırken bir ağırlık üzerime çöktü ama hemen de sanki gizli bir güç beni silkeledi.
Çocuklarda istenmeyen davranışlar var, temizlik sorunu var, bunları çözmek için başvuracağım yöntem ve metotlar zihnimde uçuşmaya başladı.
“Çocuklar itişip kakışmayı bırakın!” dedim ama nafile, çocuklar içerideki gürültüden sesimi bile duymadılar. Sesimi daha da yükselterek, “Çocuklar artık kesin şu gürültüyü!” deyip kapıyı açık bırakarak pencereye yöneldim. Camı açtım. Sınıfın ortasına geçip “Çocuklar merhaba. Bundan böyle ben sizleri okutacağım.” dememle arka sıralardan esmer, uzun boylu bir çocuk bana doğru geldi, “Dışarı çıkıyorum.” dedi. Normal bir davranış değildi. Lavaboya gidecek düşüncesiyle, “Peki.” dedim. Çıkıp içeri girmesi bir oldu, gelip yanımda durdu bir şey söyleyecek gibi oldu. Ne söyleyecek diye bakarken gözüm yakasındaki kire ilişti. Yakada kirden yağlı bir tabaka oluşmuştu. “Bir sorun mu var?” dememle, “Yok.” dedi sırasına geçip oturdu.
Sınıfı havalandırınca biraz daha kendime geldim.
Okul kenar bir mahalledeydi. Çocukların çoğu okula geç başladığından ilkokul beş değil de ortaokul üçüncü sınıf yaşlarındaydılar. Sınıf mevcudu yetmiş beşti ve çocuklar sıralarda dörderli oturuyorlardı. Kendimi tanıttıktan sonra, “Sıra sizlerde.” deyip ilk sırada oturan çocuktan başlayarak kendilerini tanıtmalarını istedim. Çeşitli sorular sorarak çocukları tanımaya çalışıyordum. Daha dört beş çocuk kendini tanıtmamıştı ki teneffüs zili çaldı. “Diğer derste devam ederiz.” dedim. Çocukları teneffüse çıkarıp öğretmenler odasına geçtim. Öğretmen arkadaşlarla tanıştım. Ders zili çaldı. Tam da sınıfa geçecekken dışarı çıkacağım diyen öğrenci en pahalı sigaralardan bir paket bana uzattı.
“Adın ne senin?” dedim.
“Nurullah.” dedi.
“Nurullah bu ne?” dedim.
“Sigara… Sana aldım öğretmenim.” dedi.
“Benim sana ne zararım dokundu?” dediğimde şaşırmış bir edayla yüzüme baktı.
“Sigaranın zararlı olduğunu, insanı ağır ağır öldürdüğünü bilmiyor musun?” deyip gerekli rehberliği yaptım. Hatasını anladı, mahcup bir bakışla bana baktı, sigara paketini çöp kutusuna attı, geçip yerine oturdu. Sigaranın zararlarını çocuklara kısaca anlatıp çocukların kendilerini tanıtmaları için sorular sormaya devam ettim. Böylece ilk günüm çocukları tanımakla ve onların hazırbulunuşluk düzeylerini tespit etmekle geçti.
Çocuklar için nasıl daha iyi verimli olabilirim, ne yapabilirim diye o gece hep düşündüm.
Üç aşağı beş yukarı çocukların kardeş sayısı, ebeveynlerin eğitim düzeyi ve sosyoekonomik durumları aynıydı.
Hepsinin gözlerinde ilgi ve sevilmeyi beklediğini görebiliyordu insan. Çok çocuk olunca ebeveynler hangi birini sevebilsindi.
Hele sınıfta biri vardı ki en çok ilgiyi sevgiyi o istiyordu.
Her teneffüs Nurullah geliyor yanı başımda duruyordu. Kimi zaman konuşuyor kimi zaman da sessiz kalıyordu.
Nurullah sekiz kardeşin büyüğüydü. Babası kamyon şoförüydü. Yurt dışına taşımacılık yapıyordu. Nurullah’ın babası sekiz çocuktan sonra ikinci bir evlilik yapmış, ikinci eşini alıp ilk eşin kaldığı eve gelip birlikte kalmayı planlamıştı ancak ilk eşi bu evliliğe şiddetle karşı çıkınca adam ikinci eşiyle birlikte evi terk ediyor, bir daha ne eve geliyor ne de evdekileri soruyor.
Hal böyle olunca da anne düşünceli, anne huzursuz, anne agresif, anne halsiz, anne çocuklarına karşı ilgisiz. Nurullah sevilmeyince ilgi görmeyince nasıl sevsin, nasıl mutlu olsun, nasıl uyumlu olsun, nasıl mantıklı davranabilsin?
Teneffüslerde Nurullah ile konuştuğumu gören -yazıda geçen isimler ve yerler değiştirilmiştir- Meryem Öğretmen, “Hamide Hanımcım bu çocuk problemli bir çocuk; madde bağımlısı. Dikkatli olun. Bak size zarar verebilir. İdare de onunla ilgilendi.” dedi.
Her ne kadar Meryem Öğretmen böyle dediyse de Nurullah’tan bana bir zararın gelmeyeceği hissiyatıyla Nurullah’ı tüm koşuşturmalarıma, yorgunluğuma rağmen dinledim. Zaman zaman sorunlarına çözüm buldum zaman zaman çözümsüz kaldım ama yılmadım.
Teneffüsün birinde bahçeye inmiştim. Nurullah beni gördüğü gibi yanıma geldi. Daha bir iki laf konuşmuştu ki gözlerim yine yakasındaki kire ilişti. “Gömleğini yıkaması için annene vermeyi unutmuşsun galiba?” dedim. “Öğretmenim annem elbiselerimizi yıkamıyor. ‘Babanızdan ne hayır gördüm ki sizden de göreyim.’ diyor. Yıkamıyor işte.” dedi. “Sen de yıkayabilirsin, sana güveniyorum.” deyip nasıl yıkayacağını anlattım.
Nurullah ile konuşmakla kalmadım, Nurullah’ın annesine gittim. Kerpiçten yapılmış iki gözlü bir evde kalıyorlardı. Duvarlardaki kireçler akmıştı, her taraf dağınık ve kirliydi. Kalasların arasından toprak akıyordu. Etraf hiç iç açıcı değildi. Çocuklar boy boydu, üst başları perişandı. Anne otuz beş yaşlarında fakat çok daha yaşlı görünüyordu. Bitmiş tükenmiş bir vaziyetteydi sağlıklı düşünemiyordu.
Ders saatlerinde müfredatı yetiştirmenin koşuşturmasıyla, teneffüslerde Nurullah ile hafta sonları da evlerine gidip anneyle konuşmakla zamanım geçiyordu çoğu zaman kendime ayıracak fırsatım olmuyordu.
Neyse ki emeklerim boşuna gitmedi, anne para karşılığında örgü örmeye, etrafı derli toplu tutmaya, temizlemeye, çocuklarıyla ilgilenmeye kısacası hayat mücadelesi vermeye başlamıştı. Az da olsa Nurullah’ta da olumlu yönde gelişmeler görebiliyordum.
Yıllar sonra başka bir kurumda çalışıyorum, mesai arkadaşımla göreve çıkmış, çarşı merkezinde yürüyorduk. “Hamide Öğretmenim! Hamide Öğretmenim!” diyen bir ses duyar gibi oldum. “Biri mi beni çağırdı?” diye etrafa bakınırken mesai arkadaşım, “Biri seni çağırdı.” dedi. Geride otuz otuz beş yaşlarında, bir seksen boylarında, saç sakal birbirine karışmış, siyah bir takım içine beyaz bir gömlek, ayağında siyah parlak bir kundura giymiş bir adam bana bakıyordu. Adamın yanında da yedi sekiz yaşlarında bir erkek çocuğu elini tutarak yürüyordu. Hemen gerisinde de yöresel giyimiyle genç bir kadın; kadının bir kolunda iki üç yaşlarında bir kız çocuğu diğer kolunda da belli ki kolundaki çocuğun giysileriyle doldurmuş olduğu bir çanta ve kadının eteğine yapışmış dört beş yaşlarında bir kız çocuğu.
“Bunlar kim?” diye düşünürken adam bana doğru geldi,
“Beni tanımadın değil mi?” dedi. Başımı sallayarak,
“Hayır, tanımadım.” dedim.
“Çabalarınız sonucu madde bağımlısı olmaktan kurtulmuş ve de adam gibi adam olmuş Nurullah.” deyip konuşmasına devam etti.
“Öğretmenim okuyamadım ama anneme, kardeşlerime sahip çıktım. Rusya’ya gidip çalıştım, burada anneme ev aldım, erkek kardeşlerime de bir dükkân açtım. Kardeşlerim geçimlerini o dükkândan sağlıyorlar. Çok şükür durumumuz iyi. Hala Rusya’da çalışıyorum ve şimdi de oradan geliyorum. Okuyamadım, keşke imkanlar elverseydi okuyabilseydim. Ben de sizin gibi birilerine yol gösterebilseydim fakat okusaydım annemle kardeşlerime bakamazdım. Evlendim, üç çocuğum var.” deyip yanındaki kadını göstererek, “Bu da eşim.” dedi. “Size ne kadar teşekkür etsem azdır. Benimle az yorulmadınız az yıpranmadınız. Hakkınızı helal edin.” deyip çayını içmemi istedi ancak zamanım yoktu.
Nurullah’taki olumlu gelişmeleri ondan duymak beni çok mutlu etti. Emeklerimi boşa çıkarmadığı, rehberliğim doğrultusunda davrandığı ve bana bu anı yaşattığı için Nurullah’a teşekkür ediyorum.
O anki mutluluğumu anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalır. Bu satırları yazarken bile bir kez daha mutluluğum şahikasına erdi.
Öğretmenlik mesleğinin kutsallığı güzel insan yetiştirmekte.
Öğretmen: çocukları geleceğe hazırlayan, eğitmeyi, öğretmeyi, rehberlik etmeyi, tecrübelerini paylaşmayı ilke edinmiş kişidir.
Gelecek öğretmenlerimizin elinde şekilleniyor.
Sağlıklı, huzurlu ve güvenli bir geleceği, ancak güçlü öğretmenlerin yetiştirdiği bir gençlik sağlayabilir.
Sağlıklı bir çalışma ortamı ve yüksek bir refah düzeyi ile öğretmen güçlü olur.
Sevgi ve fedakarlığın timsali tüm öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutluyorum.