Mesai arkadaşlarımdan Zühre ve Leyla’yla oturmuş sohbet ediyorduk. Zühre şube arkadaşlarından yakınıyordu, “Huzurum yok, bana rahat vermiyorlar. Başka şubeye de gitmeyi göze alamıyorum, ya bu şubedekilerden daha da kötülerse…” diyordu ve belliydi ki hiç mutlu değildi. Leyla, “Huzurun olmadığı yerde seçiminizi değişimden yana kullanınız. Değişime direnmeyin! Tebdili mekânda ferahlık vardır.” deyip başından geçen bir olayı anlatmaya başladı.
“Köyde, aynı çatı altında dört gelin, iki bekâr görümcem, iki de bekâr kayınım, kayınbabam, kaynanamla birlikte yaşıyorduk. Çoğu zaman anlaşamıyorduk. Evin içinde sürekli bir huzursuzluk bir tatsızlık vardı. Bu yüzden eşime, ‘ayrı eve çıkalım ya da ilçeye taşınalım.’ diyordum ama eşim hiç yanaşmıyordu. ‘Burada kurulu bir düzenimiz var. Ayrı eve çıkarsak geçinemeyiz, sıkıntı yaşarız.’ diyordu.
Üçüncü çocuğuma hamileydim. Gecenin geç bir saatinde doğum sancılarım başladı. Köyün ebesi gelmiş beni doğuma hazırlıyordu. Ancak ebe yaşlıydı, ‘Gözüm görmüyor, lüks lambasını yakın.’ dedi. Nasıl olduysa eltimle görümcem, lüks lambasını yakmaya çalışırken, lüks lambasının gömleği alev aldı, gömlek yere düştü. Gittikçe ateş yayıldı. O anda beni apar topar dışarı çıkardılar. Birden iki çocuğumun içeride uyuduğu aklıma geldi. Gecenin sessizliğini yırtan bir çığlık atarak odama doğru koştum. Sancılarım durmuştu. Ben koşarken ebeyle eltilerim beni engellemeye çalıştılar ama nasıl bir güçse beni engelleyenleri iteleyip kapıya vardım. Kapıya varmamla sancı yine başladı. Sancının geçmesini beklerken gözyaşlarım sağanak bir şekilde yağıyordu. Sancı kesildiği gibi içeri koşup her iki çocuğumu uyandırdım, ellerinden tutup onları dışarı çıkardım. Hafif bir yanığın dışında bir şey yoktu çok şükür, bende de çocuklarımda da.
Dışarıda, açık yerde ebe bana doğum yaptırırken kurumuş otlar, ağaçlar, yanacak ne varsa yalım düşmüş yanıyor, aydınlık yükselip alçalıyor, yere pul pul ışıklar dökülüyordu. Esen yelden hızla yayılan ateş evimizle birlikte -evler bitişik olduğundan- yedi evi yaktı. Bu yetmezmiş gibi dile kolay yedi evin bir yıllık emeği olan ambarlardaki tütünler de yanıp kül oldu. Köyde, dolanan büyüyen yangına köylüler de şaşırdı. Çıkan yel yalımlarının önünü alamamışlardı, çok hızlı yayılmış yedi eve kadar sürüp götürmüştü.
Bir oğlum olmuş her gelen eş, dost, akraba, konu komşu ‘Bu çocuğun uğursuzdur, bir köyü yakıp kül etti, yedi aile perişan oldu bunun yüzünden!’ deyip duruyorlardı. Yangın! Yangın! Yangın! Diyen bağırmalar, köylülerin koşuşturan ayak sesleri uzun zaman kulaklarımdan gitmedi.
Doğum esnasında yaşadıklarımdan mıydı yoksa düştüğümüz yoksulluğa üzülüyordum ondan mıydı yoksa akrabaların konu komşuların bu çocuğun uğursuzdur demelerine üzüldüğümden miydi neydi bilemedim ruh sağlığım bozulmuş kendimi hiç iyi hissetmiyor, sağlıklı düşünemiyor, sağlıklı kararlar veremiyordum. Yanan evimizden bize hiçbir şey kalmamış, evle birlikte her şeyimiz yanıp kül olmuştu. Her geçen gün sağlığım daha da kötüye gidiyordu. Bir yandan sağlık sorunum bir yandan yoksulluk bir yandan bakıma muhtaç üç çocuk beni hepten tüketiyordu. Kaynanamın, görümcelerimin, eltilerimin, evi yanan komşularımın sözleri beni daha da üzüyor, hasta ediyordu. Eşim, sağlığımın kötüye gittiğini görünce ilçeye taşınma kararı verdi. Doğumdan dört ay sonra ilçeye taşındık. İlçede bir ablam bir de kız kardeşim kalıyordu. İkisi sırayla ev işlerinde bana yardıma geliyor, eşim de beni doktora götürüyordu. Bir yandan ablamla kız kardeşimin desteği bir yandan da eşim çalışınca biz de iyi kötü geçinmeye başladık, tedaviye cevap veriyordum, ruh sağlığımda düzelmeler oldu. Eşim ilçede bir devlet dairesinde işe girdi. Daha sonra ben ilçedeki Tütün İşletme Müdürlüğünde işe alındım. Zamanla evimiz oldu. Çocuklarımız büyüdü.
Çocuğuma; bu çocuk uğursuzdur, yedi ev onun yüzünden yandı, bir köy perişan oldu, demelerine kızıyor, öfkeleniyor, geriliyor, üzülüyordum. Çocuğumun uğursuz olduğunu kabul etmiyordum. Annelik hislerim güçlüydü. Oğlumun iyi, çalışkan ve başarılı olacağına da inanıyordum. Oğlumun arkadaşları teşekkür belgesini alırken, oğlum takdir belgesini alıyordu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesini kazandı. Ataması yapıldı, onun sayesinde ailece hep birlikte güzel günlere çıktık, maddi manevi büyük bir ferahlığa girdik. Çok şükür altı çocuğumun altısı da okudu, işe de girdi.
Kaynanamlarla aynı evde kalsaydık huzursuzluk devam edecekti, kim bilir ne çok birbirimizi üzecek yıpratacaktık. Belki de sağlığımı tamamen kaybedecektim. İlçeye taşınmasaydık ben de eşim de işe giremeyecektik, çocuklarımız da okuyup işe giremeyeceklerdi. Bugün burada değil köyde olacaktık. Koyun keçinin peşinde koşuşturmakla evdekilerin kahrını çekmekle birbirimizi yıpratmakla geçecekti ömrümüz ve bugün bu hayatı yaşayamayacaktık.” deyip Zühre’nin gözlerinin içine bakarak konuşmasına devam etti. “Bak sana söylüyorum. Sana iyi gelmeyen yerde kalmaya direnme. En kötü değişim bile sabit kalmaktan daha iyidir ve tekrar ediyorum tebdili mekânda ferahlık vardır.” dediğinde “Bakalım zaman ne gösterecek.” dedi Zühre.
Evet, ben de değişimden yanayım. Ünlü Mutasavvıf Mevlâna değişimin önemini “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/ Her gün bir yere konmak ne güzel/ Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş! Sözleriyle ne güzel de vurgulamış.
Bırakın huzursuz ortamı hatta memnun olsanız dahi değişimde fayda vardır. Bu değişim iş, ev ya da şehir olabilir ve konu ne olursa olsun her değişim bir öğrenmedir.
“Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme; nereden bilebilirsin, hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” diyor Şems-Î Tebrizi
Keyifle kalın.