Mazhar Alanson; “Atatürk’ü seviyorum ama peygamberimize de âşığım” demiş. Ne yani? Atatürk’ü sevip peygamber’e âşık olmak mümkün değil mi? Ki Allah insanın kalbini öyle yaratmış ki bütün sevgilere karşılık vermektedir. Ana-baba sevgisi, çocuk sevgisi, hanımın ve sevgilinin sevgisi, akraba sevgisi, lider sevgisi, memleket sevgisi ayrı ayrı sevgilerdir. Ayrı ayrı meyvelerin vermiş olduğu tat gibidir. Hepsinin toptan adı sevgi fakat tatları ayrıdır ve birbirlerine engel değildir. Dolayısıyla uzlaşmamızın şart olduğunu, bir arada yaşamak mecburiyetinde olduğumuzu, düşman kamplara bölünmememiz gerektiğini, karşılıklı adımlar atmamız gerektiğini söyleyen Alanson’a... “Satılmış, yalaka, bitirdi kendini” diye hakaret edenler ve linç girişiminde bulunanlar, bu ülkenin önündeki en önemli sorundurlar.

Usta sanatçı, Sayın Alanson’un söylediklerinin pek kötü söylemler olduğunu düşünmüyorum. Uzun zamandan beri sanatçıların dahi kendileri gibi düşünmedikleri sanat hegemonyasını kurmuş bir Türkiye’de yaşadıklarını biliyoruz. En ufak bir fikri kanaatlerini söyleme fırsatlarının olmadığı bir Türkî’ye! İnançlı insanlar için uydurdukları, mahalle baskısı otomatikman devrede! Bundan dolayı sanatçıların kendileri gibi düşünmeyenlerine piyasada ekmek bulmaları imkânsız ve en ufak bir fikri saplantının sonucu linç olmaktı. Bu entegrist ve yobazca tutumlar memleketin önünü tıkadığı gibi sanatta dahi ilerlemenin önünde engeldir.

Memleket’in yönetim kadrosunun düşman tazyikinin karşısında zorlanması, millete müracaat etme ve onları savaşmaya hazırlamasını gerektiriyordu. Bundan dolayı zamanın padişahı Vahdettin bu işle görevlendirilmesi gereken subayların biyografisini istemiş; biyografisi en temiz ve en pürüzsüz, işinin ehli, zeki ve karizmatik, savaş taktiklerini bilen subay olarak Mustafa Kemal’i görevlendirmiştir. Bundan sonra Mustafa Kemal’in yaptıkları kongreler ve cami konuşmalarıyla, camilerin sadece namaz için yapılmadığını ve fonksiyonlarının bununla sınırlı olmadığını Balıkesir Hutbesinde açıkça dile getirmiş ve gittiği her yerde, milletin milli duygularını dürtmüş ve bir arada toplamasını bilmiştir. Neticesinde kurtuluş olarak bilinen savaşını gerçekleştirmiştir. Memlekete bu kadar hizmet etmiş birisinin Türk milleti nezdinde sevilmesi kadar normal bir şey yoktur. Ancak ona olan sevginin sınırlı olması gerekmektedir. Biz peygamber’i de severiz fakat onu Allah derecesine çıkaramayız, zira bu imanımızın gitmesine sebeptir. Bundan dolayı Mustafa Kemal’i söylediğim sebeplerden dolayı millet tarafından sevilmesi bir hak olarak görülse de onu peygamber seviyesinde görmek imana halel getirecektir. Birisinin sevgisini peygamber’in sevgisiyle kıyaslamak; “Benim bu kılıcım bir asadan daha iyidir” demek gibidir. Böyle bir kıyas kılıcın değerini düşürür.” Kılıç saf çelikten yapılmış asa ise bir odun parçasıdır. Bu tür kıyaslara gitmek yanlıştır. Çünkü birinin sevgisi iman gereğidir, diğerinin ise vefa ve hakkını verme gereğidir. “Her hak sahibinin hakkını veriniz” emri peygamber’e aittir.

Peygamberler, insanların noksanlıklarını tamamlarlar; insanların inanç varlığını devam ettirmesi de peygamberler sayesindedir. O halde bütün insanlık peygamberliğe muhtaçtır; zira insanlığın mevcudiyetinin gereklerinden birisi peygamber gönderilmesidir. Fert için aklın önemi ne ise beşeriyet için de peygamberliğin önemi odur. Kur’an da peygambere sıradan bir itaatin ve ona karşı gelmenin ötesinde; ona karşı derin bir saygı ve sevgi duymamızı istemektedir. “Peygamber müminler için kendi canlarından ileridir” (Ahzab:6) demek ki, müminler kendi canlarından önce peygamberi düşünmek zorundadırlar. Hatta bu, savaş meydanlarında bile böyle olmalıdır. “(Müminlerin) Allah’ın rasülünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz.”(Tevbe:120) Bir kimsenin imanı rasulullah’ı kendi nefsinden çok sevmedikçe kemale ermez. Bu durum onun vefatından sonra da onun sünnetinden ve onu örnek almaktan yüz çeviren herkes için geçerlidir. Peygamber de: “Hiç biriniz, ben kendisine, babasından, evladından ve bütün insanlardan da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz” (Buhari) demiştir. Ömer (ra) “Ey Allah’ın rasulü, kendim hariç, seni herkesten daha çok seviyorum” dedi. “Hayır, nefsimi elinde bulundurana yemin ederim ki, beni kendinden de daha çok sevmelisin, buyurdu. Ömer, “Evet Allah’a yemin ederim ki, şimdi seni kendimden de daha çok seviyorum.” Peygamber: “Şimdi oldu ey Ömer” dedi.(Buhari)

Yobazlığın gereği yoktur; bu memlekete hizmeti olan herkesi sever ve sayarız, fakat bu sevgiyi Allah’ın peygamberi olan Muhammed’in (sav) sevgisiyle kıyaslamak insanı dinden çıkarır, akidesini bozar derhal, tecdidi iman ve tecdidi nikâhı gerektirir. Hiç kimsenin ama hiç kimsenin Atatürk adına ahkâm kesme ve onu ilerlemenin önünde bir takoz kılma gibi bir küstahlığın içine girmesine fırsat verilmemelidir. Atatürk’ün doğrusunu seviyor yanlışını sevmiyoruz. Atatürk kendisinden sonra bir devlet nizamı bıraktı kıyamete kadar böyle olacak değil ya! Zamanla değişecek pek çok şey olacaktır. Yerinde saymak ve mesafe kat etmemek yobazlıktır. Her değiştirilen şeyde Atatürkçülük elden gidiyor yobazlığı yobazların işidir. Hani hiçbir şey tabulaştırılmayacaktı? Mehmet Barlas’ın Cumhuriyetin 75. Yılı münasebetiyle kaleme aldığı bir makalesinde, “Amerikalı bir dostunun biz 150 yıl Washington’u tartıştık bir mesafe kaydetmedik, ne zaman ki bu tartışmalara ara verdik dünyanın hâkimi olduk” dediğini hatırlıyorum. Yobazların her yeniliğin önüne Atatürk’ü ileri sürerek engel olmaya çalışmaları; kabil bir şey midir? Sanki “Çağdaş medeniyetin üstüne çıkmak” sözleri kendisine ait değilmiş gibi! Allah’a emanet olun.