11.08.2018 tarihli makalesinde Gazetemiz yazarlarından Abdurrahman Ekinci kardeşimiz bu yaraya parmak basmıştı. Ancak bendeniz de bu mevzunun ehemmiyetine binaen birkaç kelam etmeyi arzuladık. Taziye evlerinin Müslümanların katkılarıyla inşa edilmesi ve hizmete açılması şüphesiz ki meşakkat olan taziyeleri selametli ve meşakkatlerden uzak tutmuştur. Duyarlı ilim adamlarımızın bunu üç günle, sünnete uygun olarak sınırlandırılmaları ve sigara gibi bir zararlı maddeyi kaldırıp, örfe dönüşmesi pek sevindiricidir. Yemek israfının da önüne geçilip örfe dönüşseydi ve bu külfet kaldırılsaydı daha sevindirici olurdu. Taziye evlerinin inşa edilip halkın hizmetine konulması ya bir iş adamının desteğiyle ya da vatandaşlardan toplanan paralarla gerçekleşmiştir. Taziye evlerinden para alınmasına vatandaşın tepki göstermesi gibi ben de tepkili olduğumu belirtmek isterim. Bu taziye evlerinde bütün vatandaşların hakkı var mı? Varsa niye hakkını kullanamıyor. Vatandaş, içinde bulunduğu acı durumun derdinde iken sizin onlardan para talep etmeniz vicdana sığıyor mu? Belki cenazesinde taziyelerine gelenlerin çay ikramını bile yapmakta zorluk çekenler vardır. Ve siz kalkıyor bunlardan belli bir miktar hatta zorunlu bir şekilde para talep ediyorsunuz. Bunun kabul edilecek hiçbir yanı yoktur. İyi bilmek gerekir ki bazı cenaze sahiplerinin cebinde cenazesine kefen alacak kadar parası olmayanlar vardır. Ölüsüne mi yansın veya taziyeden sonra yaptığı borçlara mı yansın bunu da siz düşünün. Bundan dolayı İslam’ın bizlere emri, hem keder ve üzüntülerinden hem de parasal olarak zayıf olan taziye sahiplerine katkı olsun diye, mahalleli üç güne kadar taziye evine yemek göndermesi ve misafirlerini ağırlaması sünnet olmuştur. Nitekim peygamber’imizin (as) amcasının oğlu ve Hz. Ali’nin kardeşi Hz. Cafer şehit düştüğü zaman mahalleli Cafer’in evine yemek göndermişlerdir.

 

Taziye evinde yapılan birçok bid’at ve hurafenin bedelini taziye sahibine ödetmek de ne oluyor? Efendim! Bazı taziye evlerinde özel muvazzaflar tutulmuş ve Kur’an okutuluyormuş! Beyefendi! Maaşını başka şekilde kazansın, onu bu asalakça hayata alıştıranlar zehebe kapılmışlardır. Hz. Ali’nin, Hz. Fatima ile evlenme arifesinde dağdan odun getirerek sattığı ve düğün masrafının bir kısmına harcadığı sahih kaynaklarımızda geçmektedir (Buhari). İslam’ın sosyal devlet anlayışı çalışmaya gücü yetenlerin topluma yük olmalarına müsaade etmez. Güçlü insanların halkın artığı ile yaşamasına göz yummaz. Ebu Hanife ticaret yapıyor, Ahmed b. Hanbel ise hamallık yapıyordu. Taziye evlerindeki hafızlara baktığın zaman göbekleri şişmiş, enseleri ise kalınlaşmıştır taziye sahibinin kesesinden! Hak etmediği bir parayı alıyor, fakir- fukaranın hak ve hukukunu gasp ederek kazandığı bir maaştır!  Kur’an âşıkları şöyle demişlerdir: “Arkadaş! Kanatlarımı kırpan ve beni uçma hürriyetinden alıkoyan rızka ölümü tercih ederim.” Yasin süresinde geçen ayetlerde; “Biz ona (peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. Diri olanları uyarsın ve kâfirler cezayı hak etsinler diye”(Yasin:70,71). “Ölmek üzere olan kimselere yasin süresini okuyunuz” hadisine gelince Muhaddisler onu zayıf görmüş veya sahih kabul edecek olursak sekerat anında okunmasıdır. Ebu Davud ve ibni Mace “Ölmek üzere olan kimsenin yanında ne okunur?” başlığı altında hadisi zikretmeleri de sekerat anına hamletmişlerdir.

Bundan dolayı Muhammed İkbal demiştir ki: “Sen ey Müslüman! Din reislerinin, ilim karaborsacılarının ağında esirsin! Hayatını, doğrudan doğruya Kur’an’ın hikmetiyle düzenlemiyorsun. Hayat ve kuvvet kaynağın olan bu kitapla, ölüm gelip çatıncaya kadar hiçbir ilgin olmuyor. Ne gariptir ki, sana kuvvet ve hayat bahşetmek üzere indirilmiş olan bu kitap, kolayca ölesin diye ölüm anında sana okunuyor. Çabuk ve kolay ölmen için sekerat anında sana yasin okuyorlar.” Böyle bir şey peygamber (as) döneminde olmamış ki sizler yapıyorsunuz. Peygamber (as) Kur’an’ın pratiği ve yaşanmış halidir. Onun için ona yürüyen Kur’an denilmiş ve Hz Aişe’nin diliyle onun ahlakı Kur’an idi. Onun uygulamasına baktığımız zaman ölü üzerine veya taziyelerde Kur’an okutulmamış ve “kardeşiniz ölmüştür ona dua ediniz” denilmiştir. Mezarlıklara gittiği zaman da Fatiha okumamış sadece “Selam olsun size ey mezarda yatan müminler; inşallah biz de sizin yanınıza gelicileriz” demiş ve duada bulunmuştur. Zaten Kur’an’ın hükümleri yaşansın ve bir nizama dönüşsün diye gönderilmiştir. “Böyle gördük dedemizden!” sözü dinen merduttur!” Akif’in deyimiyle: “Ya açar nazm-ı celilin, bakarız yaprağına / Yahut üfler, geçeriz bir ölünün toprağına. / İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin, / Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!”

Yazar Ekinci şöyle de bir teklifte bulunarak meselenin halline gitmiştir: “Belki haklı bir gerekçe olarak bu taziye evinin elektrik ve su borcunu kim ödeyecek diyebilirsiniz. Bunun cevabı da şöyle taziye evine giriş yapan kimse daha girişte elektrik ve su abone numarasını tutacak üç günün sonunda ne kadar kilovatsa onu ödedikten sonra salonu tertemiz ve girdiği gibi düzenli bir şekilde anahtarını muhtara teslim edecek. Ne taziye sahiplerini zor durumda bırakalım ne de gelen vatandaşların kafasında soru işaretleri kalsın. Taziye evlerinin kuruluş amacı halka vatandaşa hizmettir, kolaylıktır. Yük değildir. Yoksa eskiden herkes kendi çadırını kurup gönül rahatlığı ile taziyesini eda ediyordu, şartlar zordu ama en azından taziyenin sonunda para alınır kaygısı taşımıyorlardı.” Allah’a emanet olun.