Yazımın en sonunda esasında maksadımı ve ne demek istediğimi bir şiirle anlattım.

“Şiir, darası alınmış sözdür” derler.

Dara, kabıyla birlikte tartılan bir nesnenin kabının ağırlığıdır. Kabın ağırlığı çıkartılır ve asıl gerekli olan ağırlık bulunur.

Şiir, bir sözde, fazlayı, gereksiz olan atmaktır.

İşte ben bu yazıda bir hususu anlatmak istiyorum. O husus “gelip de geçen şu ömrümüzü” anlatmaktır.

Özellikle bu zor çağda, bu son çağda hepimizin yaşadığı zorluklara dikkat çekmektir.

Gerçekten de bu son, bu zor çağda, bundan önceki nesillerin, bundan önceki insanların yaşamadığı ve görmediği zorlukları ve çileleri görüyor ve yaşıyoruz.

Bilmiyorum ki nasıl bir çağa düştük. Vakit son sürat akıyor.  Hayat eninde-sonunda bitiyor.

Elde avuçta bir şey kalmıyor. Geçen vakte ve akan zamana bakıp da kalıyoruz.

Saatteki akrep ve yelkovan var ya, biz insanlar sanki o ikisine boğazımızdan bağlanmış, bir oraya-bir buraya aynı bir esir gibi çekilip çekilip duruyoruz. Gerçekten de saatin akrep ve yelkovanı arasında adeta birer köleyiz.

Sırf akrep ve yelkovana bağlanmamış boğazımız. Bir de çağın acımasız dişlileri arasında eziliyoruz.

Sırf çağın acımasız dişlileri arasında ezilmiyoruz. Bu ekonomik zorluklar ve acımasız sistem, yani kapitalizm, yani maddiyatçılık, yani menfaatçilik her yeri sarmış ve adeta her yere ulaşmış ve ne köy, ne kasaba, ne şehirler, kapitalist maddeci Dünya’dan kurtulamamıştır. İşte o acımasız kapitali sistem bizi silindir gibi ezmektedir.

 

Bu silindirler, bu dişililer ve akrep ve yelkovan arasında boğazından bağlanmış bir esirler, yani bu çağın, hız çağı dedikleri, dijital çağ dedikleri zamanın içinde “adeta bir selin içinde sürüklenen kütükler” gibiyiz.

Ne hayatı tefekkür edilebiliyoruz, ne kendimize gelip de hayatı temaşa edebiliyoruz. Öylesine akıp geçiyor zaman.

“Ben kimim, Dünya’da görevim nedir?” Bu güzel ve bize bahşedilmiş hayatta şu çiçeklere bak ne de güzel. Şu ağaçlara bak ne de muazzam. Şu deniz, ne ırmak ve şu dağlar ne de huzur verici. Bunları ve buna benzer temaşa ve tefekkürü yapamadan, “harala-gürele” yaşayıp gidiyoruz. Buna yaşamak denirse.

 

Çoğumuza bu Dünya’nın sonunda hüsran kalacak. Vallahi korkarım çoğumuza Azrail geldiğinde “hüsrandan başka bir kalmayacak.”

Şimdi ben hep çağa, zamana ve ortama suç buldum. Yaptığım doğru mu? Elbette hayır. Buraya kadar hep zamana, çağa suç bulmak ve onlara bunca sitem yüklemem doğru değil.

 

Ünlü Yazar Yaşar Kemal’e atfedilen bir söz var.

“O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.”

Evet, maalesef, insanlar bozuk artık. Bu gerçeği görmek istemesek ve hep çağa-zaman ve ortama suç bulsak da, bu ortamı bu hale getirenler insanlar. Hayatı böyle yaşanma hale getirenler insanlar.

Maalesef insanlar artık eskisi gibi değil. Hırslı, kindar ve alçak ruhlu insanlar hayatı başkasına zindan ediyor.

Lider dediğimiz alçak ruhlu adamlar durup dururken savaş çıkartıyor. Binlerce cana kıyıyor.

Zenginler fakiri eziyor, güçlüler zayıflara acımıyor. İnsan sanki robot oldu, çevresindekilere karşı bir merhamet ve şefkat duymuyor.

Trafikte hiçten bir sebeple bir anda savaş çıkıyor sanki, “o ona, bu buna elinde balta ile, elinde demir çubukla saldırıyor.” Sanki ilk çağ manzarası ve mağara devrindeki bir manzara bu.

“Trafikte seyreden bir araçta, bir otomobilde bir kişi yanında her daim balta, sopa, demir çubuk bulunduruyorsa, o yerde medeniyetten söz edilebilir mi?” Adam saldırmaya hazır ya da kendisini savunmaya hazır.

Nerede kaldı insanlık, nerede kaldı medeniyet?

İşte bu zor çağda gelip de geçiyor ömrümüz. Zorluklar içinde geçiyor ve harala-gürele ve tefekkür ederek hayatı anlamadan gelip de geçiyor ömrümüz.

Artık söz şiirde:

 

GELİP GEÇİYOR ÖMRÜMÜZ

 

Dişlileri arasında çağın.

Aşılması zor, bir sarp dağın.

Kıyısında bahçenin bağın.

Gelip de geçiyor ömrümüz.

 

Güzel günlerin hayalini kurarak.

Felaketlere bakıp durarak.

Çaresizce hep hayra yorarak.

Gelip de geçiyor ömrümüz.

 

En vahşi savaşları seyrederek.

Gözümüzü kapatıp gayrederek.

Ya hayra, ya şerre meylederek.

Gelip de geçiyor ömrümüz.

 

Ne tam mutlu olduk, ne tam mutsuz.

Bazen umutlu, bazen de umutsuz.

Fani Dünya’da misafir, yurtsuz.

Gelip de geçiyor ömrümüz.

 

En zor sabahlara uyanarak.

En kor ateşlerde yanarak.

Hepsine inançla dayanarak.

Gelip de geçiyor ömrümüz.

 

Hiç aldırış etmeden, takmadan.

Ne yaşa, ne de başa bakmadan.

Gerçeği anlamadan, çakmadan.

Gelip de geçiyor ömrümüz.

Gelip de geçiyor ömrümüz.