Çocukta terbiye, ilk olarak ailesinden sonra okuldan daha sonra da sosyal çevreden edindiği davranışların yansımasıdır.
Kalıtım ve çevre, çocuğun gelişiminde etkili faktörlerdir.
Çocuk dünyaya geldiğinde hamur bezesi gibidir, verilen şekli alır. Bu konuda Amerikalı Psikolog John Broadus Watson'ın güzel bir sözü vardır. “Bana bir düzine sağlıklı bebek verin, ben onları büyütüp kendime ait bir dünya oluşturup bunlardan herhangi birini istediğiniz konuda uzmanlaştırabilirim. Yeteneklerinden, becerilerinden, yetilerinden, eğilimlerinden ve ırkından bağımsız olarak onları doktor, mühendis, avukat, sanatçı, tüccar, ve hatta dilenci ya da hırsız olmalarını sağlayabilirim.”
Çocuğa sağlıklı bir eğitim verebilmek için eğitimli olmak gerek.
Bir hekim okumadan hekim olamıyor, bir mühendis okumadan mühendis olamıyor, bir öğretmen okumadan öğretmen olamıyor ama maalesef bir anne bir baba okumadan da ebeveyn olabiliyor. Burada, okumadan kastım eğitimdir. Büyüklerimiz okumamıştı ama bizleri büyüklerinden aldıkları terbiye ile eğitiyorlardı. Büyüklerimiz tarafından, küfürlü konuşulmayacağı, başkasına ait eşyaların kurcalanmayacağı, rahatsız edici davranışlarda bulunulmayacağı konusunda eğitiliyorduk, biz de öğrendiklerimizi uyguluyorduk. Uymadığımızda mimikleriyle bile olsa bizleri uyarıyorlardı. Fakat maalesef üzülerek söylüyorum çevremde gördüğüm kadarıyla terbiye giderek azalıyor. Ve bu okumuşla okumamışla alakalı değil, tamamen kişide bitiyor.
Seksenli yıllarda Batman’ın kavurucu yaz sıcaklarından damda yatıyorduk. O zamanlar yüksek okulda okuyordum. Final sınavlarının olduğu bir dönemdi ve oldukça gergindim. Gece geç saatlere kadar ders çalışmıştım. Tamda uykuya geçtiğim bir anda bahçe kapısı güm güm vuruldu. Cibinliğin içinden çıkıp damda bahçe kapısının olduğu tarafa geçtim. “Kimsiniz?” dedim. Köyden babamın bir tanıdığıydı. İndim, bahçe kapısını açıp gelenleri içeri aldım. Saate baktım gecenin ikisi. Gelenlerin beraberinde üç yaşlarında bir çocukları vardı. Çocuğu yılan sokmuştu. Doktor gerekenleri yapıp onları göndermişti. Çocuk durmadan ağlıyordu. Kadına, “Bizler damda yatıyoruz. İstersen yatağını balkonda sereyim, istersen de dama. Ama beni dinlerseniz balkonda yatın. Çocuğunuz ağlıyor en azından komşuları rahatsız etmemiş oluruz. Komşularımızın çoğu resmi dairede çalıştıkları için sabah erkenden kalkıyorlar. Beni dinlerseniz yatağınızı balkona sereyim.” Diye tekrar ettim. “Yatağınızı balkona sereyim mi?” diye bir kez daha sordum. Bu açıklamayı yapmama rağmen kadın ısrarla, “Siz nerede yatıyorsanız bizi de orada yatırın.” dedi. Yatağı dama serdim. Çocuğun ağlaması hiç kesilmedi, o gece bir damla uyku gözüme girmedi.
Çocuk ağlamaya devam edince küçük kardeşim, “Yeter ya! Sustur şu çocuğu! Yatırmadın bizleri!” dediğinde kadın sesini yükselterek, “Yat işte. Sana yatma mı dedik, ne var bunda yat işte.” dedi. Kadın, çocuğu susturmaya, dikkatini dağıtmaya çalışmıyordu, öylece oturmuş yanında duruyordu.
Çevreyi rahatsız ettiğinin farkında bile olmayan kadın, çocuğunu, çevreyi rahatsız etmemesi için nasıl eğitsin?
Çok yıllar sonra bir hafta sonu evde köklü bir temizlik yapmış halsiz düşmüş o gün dinlenmeyi planlamıştım. Fakat planladığım gibi olmadı, eşim çocukları dershaneye bıraktıktan sonra bir avm’ye girmiş orada çocuğumun dersine giren Ömer Hocayla karşılaşmış. Ömer Hoca, eşime, “İsterseniz bir yerde oturup çay eşliğinde sohbet edelim.” deyince eşim, “Bize geçelim.” demiş öğretmen de “Olur.” deyince eşim beni aradı, müsait olup olmadığımı sordu. Ben de, “Evet buyursunlar.” dedim. Misafirlerim gelecek diye son bir rötuş yaptım. Konuklarımızı bekliyorum.
Derken konuklar geldi. Konuklarımız bir çift ve altı yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Dakika bir gol bir. Çocuk evin girişinde ayakkabıyla içeri girdi. “Canım biz ayakkabıyla eve girmiyoruz.” dedim. Çocuğun annesi ayakkabıyı çıkarmaya çalışırken çocuk annesini tekmeledi. Ayakkabı koridordaki buzdolabın üstüne düştü. “Çocuk bunu isteyerek yapmadı.” diye düşündüm, konukları salona alıp “Tekrar hoş geldiniz.” dedim. Tanışma hal hatır sorma faslından sonra mutfağa geçip çay servisini hazırladım. Tepsiyi alıp salona geçerken Ömer Hoca’nın yazıcıdan bir A4 kağıdı almış, kağıda huni şeklini vermiş, huninin altını da kapatmış olduğunu ve sigarayı emercesine içerken de sigaranın külünü huni şeklindeki kağıda dökerken gördüm. Bu yaptığı yetmiyormuş gibi eşi ve ben orada olduğumuz ve eşim konuşmalarından hoşnut olmadığını ima eden bakışlarla baktığı halde, birini eşime anlatıyor ve o anlattığı kişi için hiç hoş olmayan sözler sarf ediyordu. O an içimden ‘sigara küllüğü istenilemez miydi ya da sigara içmek için izin alınmaz mı? Biz iki kadının yanında savurduğu küfürlere bak ya.’ Diye düşünürken geriden pat diye bir ses geldi. Geriye dönüp baktığımda sinirimden neredeyse ağlayacaktım. Bir önceki gün yaptığım temizliğin hepsi boşuna gitmiş oldu hem ev daha da kirlendi. Çocuk, buzdolabından vişneli meyve suyu paketini almış, krem rengi halının üzerine bırakıp basarak patlatmış, koltuk, perde, halı kısacası her taraf battı.
Neyse sinirlerime hakim olmaya çalışarak ikramlarımı sundum diğer odalara da zarar vermesin diye tüm kapıları kapatıp kilitledim.
Konuklarla çay içmeye çalışıyorum fakat ne yerimde durabiliyorum ne de içtiğim çaydan tat alabiliyorum, hem sohbet etmek de içimden hiç gelmiyor. Fakat yine de nezaketimi korumaya çalışıyorum. Çocuktur, tabii ki yaramazlık yapacaktır, hoplayıp zıplayacaktır. Hayatı bilmek, tanımak ve de anlamak için. Ama kırarak, dökerek, zarar vererek değil. İstem dışı bizler de dökebilir, kırabilir, zarar verebiliriz bunu normal karşılarım da bile bile zarar vermek, kırmak, dökmek olmaz ki.
Mutfakta çayları tazelerken eşimin seslenmesiyle salona koştum. Ne göreyim. Çocuk bu kez köşede duran sarkacı yere indirmiş. İndirmiş demek kolay, günlerce bitiremeyeceğim bir iş çıkardı bana.
Köşede duran sarkaç, makromeden yapılmıştı, dört katlıydı. Her katta cam bulunuyordu. O katlara içinde çiçek yetiştirdiğimiz saksıları yerleştirmiştik, çiçekleri de o gün sulamıştık. Anlayacağınız o köşe cam kırıklarıyla, çamurla, saksı kırıklarıyla harmanlanmış çöp yığınıyla doldu. Şaşkınlık içinde sadece bakıyorum. Kendi kendime “Olan olmuş yapacak bir şey yok. Sakin ol.” diyorum. Anne ile babanın dediği tek şey “Oğlum ne yaptın sen?” oldu.
Sunmayı tasarladığım ikramları sükunet içinde sunmaya devam ettim. Nihayet “Kalkalım.” dediler. Ve kalktılar. Dış kapıda onları yolcularken Ömer Hoca, “Yenge elinize sağlık, her şey çok güzeldi. Biz de bekleriz.” deyince kısık bir sesle, “Yok vallahi yok. Ne siz gelin ne de biz.” dedim. O an içimden “Çocuk anne babayı model alır.” Diye geçirdim.
Hayatta yapmayacağım bir davranıştı ama bana yaptırdılar.
Sosyal öğrenme kuramı kurucusu Albert Bandura, insan öğrenmesinin sosyal bir ortamda oluştuğunu ve çocukların en önemli öğrenme yaşantılarının başkalarının davranışlarını gözleyerek oluştuğunu savunur.
Çocuk, en çok ebeveyn ve öğretmenini rol model alır.
Okuması yazması olmayan, köyden gelen kadını bir nebze de olsa anlarım da karı koca öğretmeni anlamakta zorluk çekiyorum. Bir öğretmen çocuğuna bir terbiye veremiyorsa öğrencilere nasıl bir terbiye verebilir ki.
Çocuğunuza terbiye vermemişseniz lütfen kimseye gitmeyin, rahatsız etmeyin. Buna hakkınız yoktur. Tekrarlıyorum, çocuktur, elbette yaramazlık yapacaktır ama bu yaramazlık başkasına ya da kendisine zarar verecek bir yaramazlık olmamalı, insanları bunaltmamalı. Lütfen çocuklarımıza güzel bir terbiye verelim.
Elbette emektar, mesleğinin hakkını veren, öğrenciye olumlu yönde rol model olan saygıyla andığımız çok sayıda kıymetli öğretmenlerimiz vardır, fakat maalesef yukarıdaki örnekte olduğu gibiler de az değil ve bu diğer mesleklerde de mevcuttur.
Çok geçmeden Ömer Hocayla eşinin emekli olduğunu duydum. Doğrusu öğrenciler adına buna sevindim.
Sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir nesil yetiştirmek istiyorsak geleceğimiz olan çocuklarımızı olumlu yönde eğitelim, çocuklarımızın iyiliği için.
Ebeveynlerin evlâtlarına bırakacağı en değerli miras güzel bir terbiyedir.