Hz. Peygamber gazvelere çıktığı zaman hanımları arasında kura çekerdi. Uhud gazvesinde Hz. Aişe’ye kura çıkmış ve hicap emri gelmişti. Hevdecde taşınıyor ve indiriliyordu. Dönüş yolunda gece konaklanmışlardı, bir hacet için askerlerin bulunduğu yerden uzaklaşmıştı. Geri geldiğinde boynundaki gerdanlığın düştüğünü fark etmişti ve aramak için geri dönmüştü. Geri geldiğinde ordu çıkmış ve hevdeci yükleyen askerler Hz. Aişenin hevdecde olduğunu zannederek yükleyip yola çıkmışlardı. Fark edecekleri an geri dönecekler diye bulunduğu yerden ayrılmayan Hz. Aişe uyuya kalmıştı. Ordudan sonra gelen Hz. Safvan b. Mattal Hz. Aişeyi görmüş, tanımış “İnna lillahi ve inne ileyhi raci’un” (Biz allah’ın kullarıyız ve biz ona döneceğiz) deyip deveye bindirmiş ve orduya yetiştirmişti. Bunu fırsat bilen münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar bu konuyu deşerek iftiralarına başlayıp itibarsızlaşma propagandalarına başladılar, hem de vahyin kendilerini mahcup edeceklerini hesaba katmadan!
Propagandalar başını alıp giderken Hz. Peygamber mahzun Aişe ondan daha mahzundu. Hz. Aişe babasının evine taşındı. Bir ara Hz. peygamber Hz. Ali ve Üsame b. Zeyd ile istişarede bulundu; Üsame peygamber’e hanımın tamamıyla temiz ve suçsuz olduğuna dair ve kendisinin onlar ile ilgili özel kanaatı doğrultusunda görüş belirtti ve o senin hanımındır, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, dedi. Hz. Ali; Allah bu hususta işi senin aleyhine daraltmış değildir cariyesine sorsan sana doğrusunu söyleyecektir, dedi. Bunun üzerine Berire çağrıldı, durum soruldu. Berire; seni hak olarak gönderene yemin ederim ki ben kesinlikle onun aleyhine değerlendirebileceğim hiçbir şey görmüş değilim. Şu kadar var ki o yaşı küçük bir kızdır. Ailesine hamur yoğururken uyur da evdeki evcil hayvan gelir ondan yer (onda gördüğüm kusur bundan ibarettir) dedi. Hz. Aişe’yi Peygamber Hz. Zeynep binti Cahş’a da sordu, Zeynep; “Ey Allah’ın rasulü! ben kulağımı ve gözümü korurum. Vallahi! Onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmem” diye cevap verdi. Aişe; “Zeynep de benim gibi güzel ve peygamber katında değerliydi. Bu sebeple Allah ona verdiği takva ile onu korudu” demiştir.
Münafıklar, inkârcılar ve düşmanlar her zaman müslümanların içine fitne ve fesat çıkarmak, müminlere iftira atmak isteyeceklerdir, böylece onları davalarından soğutmak ve durdurmak isteyeceklerdir, yapılması gereken iyi zanda bulunmak ve bu türden iftiranın ispatı ancak dört şahidin getirilmesiyle mümkün olur demektir. İfk olayında dört şahit bulmak mümkün değildi. Sahabelerin çoğu iyi niyet göstermiş hatta Ebu Eyyüp el-Ensari; “Söyleneni duydun mu?” diye soran karısına “sen olsaydın böyle bir şey yapar mısın?” diye sordu. Karısı “Hayır” cevabını verince “Aişe senden hayırlıdır, o da yapmaz dedi. Bedir savaşına katılmış Safvan’ın Aişe hakkında böyle bir şeyi içinden geçirmesi düşünülemezdi, çünkü onun görevi zaten orduyu arkadan toplamak, güvenliği korumaktı, bu göreve ihanet etmiş olurdu. Aişe sıradan bir insan değildi, peygamber’in hanımı ve müminlerin ve safvanın da annesiydi. Vefatından sonra nikâhla dahi olsa müminler peygamber’in eşleriyle evlenmeleri yasaktı.
Aişe; Yusuf’un babasının “Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!” sözünden başka diyecek özlü bir söz bulamıyorum diyordu. Bunun üzerine Allah “(peygamber’in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir gruptur” şeklinde başlayan Nur süresinden on ayeti indirdi. Allah, burada bir sosyal ahlak ilkesine dikkat çekerek, iftiranın ne denli sosyal bir yara açtığına ve bunun ne kadar büyük günah olduğuna işaret etmektedir. İnsanların onurunu kıran, namuslarına dil uzatan kişilerin, bilhassa bunu ilk başlatanların Allah katında çok kötü bir günah işlediği de öğretilmektedir. İnsanın onuru, iffeti, yüce değerler arasında yer almaktadır. Bunları yaralayanlar ahlakı yaraladıkları için kendileri de ahlaksızdırlar ve cezayı hak ederler.
İftiranın en büyüğünü üstlenen kişi Abdullah b. Übey b. Selül oldu. Bu işte en büyük mesuliyet de onundur. “Aralarında sözün en büyüğünü söyleyene ise çok büyük bir azap vardır.”(Nur:11) Hz. Peygamber bu olaydan sonra iftira cezası olarak İbn Übey’e “ahirette onun için ateş azabı vardır” demiştir. Bundan biz suçun merkezinde bulunanın, işlenmesine ilk sebep olan kişinin cezası daha büyük olacaktır” kuralını öğrenmiş bulunmaktayız. Bu durum, ya da açıklama dinin temel kurallarından biri olduğu gibi, modern hukukun da ilkesi haline gelmiştir. İbn Übey’in cezasının dünyada uygulanmaması kavminin kalbini İslam’a ısındırmak ve oğluna duyulan saygı sebebiyledir. Bir de bu hususta beklenen fitnenin alevini söndürmek maksadıyladır. Çünkü bu habis ruhlu adam kendisine itaat olunan ve reis konumunda bir kimseydi. Dolayısıyla ona had vurulması halinde fitnenin ayaklanmasından emin olunamazdı. Bu da bize devlet başkanının kamu yararını göz önüne alarak cezaların infazı hakkında tasarrufta bulunma hakkının olduğunu gösteriyor. Bir başka açıdan bakacak olursak; Haddi kazf (iftira cezası) Allah hakkı olduğunu söyleyenler bulunsa da kul hakkıdır, ancak hak sahibinin istemesiyle bu hak alınır. İftira atılan kimsenin istemesi gerekir. Hz. Aişe ise bu hakkı İbn Übey’den talep etmemiştir.” “Mıstah b. Üsase, Hasan b. Sabit ve Hamne bint Cahş’a had cezası uygulamıştır.” Hukukun caydırıcı niteliği, şüphesiz ahlakın doğmasını ve canlı kalmasını temin etmektedir.
Bu tarihi hadise, tüm insanlığa hitap eden bir nitelik taşımaktadır. Bu hadise sayesinde pek çok ahlaki, hukuki, imani ve insan şahsiyeti için analiz ve ilkeler taşımaktadır. İfk kelimesi, “yalan söz, büyük yalan, günah” anlamına gelmektedir. Mekân kelimesi ile kullanılınca “Kuraklıktan yerin yarılması” anlamına gelmektedir. Bu fiziki manayı sosyal anlama aktardığımızda, iftira insanlar arasında bir yarılma, bir kırılma, bir çatlama meydana getirdiği için, bu anlamı almıştır diyebiliriz. Bu olay müslüman cemaatin içinde kimlerin münafık ve şahsiyeti zayıf olduğunu ortaya koymuştur. Peygamber’in insani yanının gözler önüne serilmesi için, vahiy belli bir süre gecikmişti. Bu da peygamber’in peygamber oluşu, onu insan olma vasfından soyutlamamıştır. Böylece ona inananlar, sadece Allah’a ait olan özellikleri ve işleri ona nisbet ederek peygamberliğin onu, beşeriyet özelliğinden soyutladığını düşünmesinler. Bu olayın Kur’an’ın imzasından geçmesi, Kur’an’ın peygamber tarafından yazılmadığına delil teşkil etmektedir. Çünkü bir insan, yazdığı bir kitapta hanımı için bir iftira olgusu anlatmaz. Vahiy onun elinde olan bir şey olsaydı bir ay boyu bütün boyutlarıyla o sıkıntıyı yaşamazdı. Lakin bu sıkıntı sebebiyle insanlar peygamber’in beşeriliğini ve nübüvvetini daha idrak ettiler.
Bu olay peygamber’in gaybı bilmediğini gösteriyor. Gaybı biliyor olsaydı, eşinin suçsuz olduğunu söylerdi. Niçin Allah’ın eşini temize çıkarmasını umardı ki? Kendisi de eşine kefil olup “Benim eşim böyle yapmaz, kim ona bu iftirayı atıyorsa cezalandırırım veya bu iftira olayı bana, yönetime karşı kurulmuş bir kumpas, beni devirmeye matuf bir komplodur” demedi. Allah’tan eşini temize çıkarmasını istedi ve hukukun üstünlüğünü işletti. Peygamber’in tek taraflı olarak eşini aklaması da doğru olmazdı, öyle yapacak olsaydı bu muhakeme usulünde bir sünnet gibi telakki edilir ve bazı yetki ve güç sahipleri re’sen şahısları veya yakınları hakkında objektif muhakeme olmaksızın sanıkları aklardı. Hâlbuki peygamber hırsızlık yapacak olursa kızı Fatıma’yı da ceza vermekten çekinmeyeceğini söylemişti. Hz. Peygamber’in Aişe’nin uğradığı iftira karşısındaki tutumu, Fatıma da olsa hiçbir suçluyu korumayacağına ilişkin söyledikleri hem muhakeme usulü; hem evlat, eş ve akraba yakınlığının hak ve hakikatin ortaya çıkarılması söz konusu olduğunda işe yaramayacağını göstermesi bakımından önemlidir. Fİ EMANİLLAH.