“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.”(Bakara:85) Kur’an bütünüyle yaşandığında faydasını görecek bir yapıdadır. Nasıl ki herhangi bir hastalığın teşhisini koyan tabibin reçetesi hakkıyla uygulandığında tedavi mümkün olursa, öyle de tabipler tabibi olan Allah’ın insanlığa sunduğu bu ilahi reçeteye uymakla, insanlığın manevi ve toplumsal hastalıkları şifa bulacaktır. Kur’an’ın işimize gelen kısmını hayata aktarıp, işimize gelmeyen kısmını görmezden gelmemiz bin bir felaketin kapıda olduğu manasına gelmektedir.
Kur’an’ın hayat saçan hükümlerinin hayatımızın neresinde olduğunu iyi saptamamız gerkmektedir. Acaba Kur’an hayatlarımızda belli gün ve gecelerde işe yarayan bir kitap mı, yoksa hayatımızın bütününe yansımış bir hayat kılavuzu mu? Kur’an’ın hayat sularıyla hayatlarımız çorak ve ölü bir arazi olmaktan çıkıp, doğurgan tarlalara dönecektir. Kur’an’ın bu anlamda görevini yapabilmesinin tek yolu da onun mesajlarına akleden gönüllerimizi açmaktan geçer. “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar”(Nisa:65) ayetinin yol göstericiliğiyle bunu açıkça söyleyebiliriz. Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenler gruhuna girmemenin yolu açıktır. O da Kur’an’la ve Kur’an’ın pratiği hükmü olan peygamber’le haşir neşir olmak. İnsan yabancı olduğu bir kitaba ve bir peygamber’e nasıl uyabilir ki? Bunun için bu ayette zikredilen nasipsizlerden olmamanın başlangıcı Kur’an’ın ve kutlu elçinin sünnetinin deryasına dalmaktır.
Ağzı acılı ve hasta olan kimse saf suyu dahi acı sanır. Uzak ufuklara bakamayanlar, karanlık, soğuk ve kasvetli, bölgelere adım atamazlar. İslam âlemi ile batılı Hıristiyan milletler arasında ortaya çıkan şiddetli ve sönmez din düşmanlığı ve sonu gelmez savaşlar, Müslüman milletlerin ilerlemesine ve gelişmesine mani olmuştur. Müslüman milletlerin, sür’atle gelişmekte olan medeniyeti tanıyıp faydalanmalarına da imkân bırakmamıştır. Çağdaş siyaset biliminde ve siyaset felsefesinde ilim adamlarının ortaya koyduğu faydalı bilgilerden yararlanmalıyız. İnsan aklının ortaya koyduğu iyi ürünlerden ve yeni görülen faydalı metodlardan istifade etmeliyiz. Bu dini değer ve inançları koruma adına yapılan savunmacı çaba değil bir maslahattır. Savunmacı pozisyon aslında “Ashab-ı Kehf” tavrıdır.
Müslümanlar, Mekke müşriklerinden çektikleri eziyetten dolayı İslam davasını tebliğ edemiyor, sayıları artmıyor ve kuvvetler dengesi oluşmuyordu. Allah bir çıkış yolu gösterdi de Hudeybiye antlaşması imzalandı. Zulme uğrayanlarin barışa yanaşmasından daha doğal ne olablir? Antlaşma zahiri olarak Müslümanların aleyhine gözükse de ikinci ve üçüncü maddeleri Müslümanlara serbest çalışma ve kabilelerle dayanışmayı beraberinde getiriyordu. Peygamber ise görevini korumak için kabile faktörüne ayrıcalık tanımış ve Huzaa ile yapılan anlaşmanın Mekke fethinde etkisi olmuştur. Peygamber ve ashabı, bu zamanı bizim gibi oturup ahkâm kesmekle geçirmediler. İslam davasını Arabistan’ın ücra köşelerine kadar götürüp kabilelerle anlaşmalar yaptılar ve o güne kadar sayıları 1400 iken Mekke fethine 12.000 kişiyle girdiler. Günümüzdeki töleranslardan istifade etmek ve İslam davasına katkıda bulunmak, Hudeybiye antlaşmasının verdiği tolerans misalidir. Bu büyük bir zaman alır ancak azmin önünden hiçbir şey kurtulamaz. Önünde sonsuz bir zaman bulunacak olan bir karıncanın bir dağı dümdüz edeceği, söylenir. Her işimizde, zamana verdiğimiz değer ve duyduğumuz saygıdır başarıyı ya da başarısızlığı belirleyen. Eğer zamanı öldürmezsem zaman beni öldürür mantığıyla hareket etmek gerekir. Çaba göstermeden bu dinin sahibi vardır deyip mücadeleden imtina edenler, Ehl-i Beyt ve taraftarlarına reva görülen baskı şiddet politikasının yarattığı sarsıntının kaçınılmaz kıldığı “Kurtarıcı” beklentisidir.
İslam dininin tümünden sorumluyuz deyip Müslümanları güçlerinin fevkinde bir yükten mesul tutarak İslam’a hizmet edilmez. “Ya hep ya hiç” mantığı İslam’da yoktur. Kur’an’ın on üç yılda konu edindiği meseleler kesinlikle iman ve sorumluluğa ilişkin olmuştur ve on üç yıl boyunca hiçbir toplumsal, siyasi sorunu veya İslam’a dayalı herhangi bir kanun düzenlenmesini değerlendirmemiştir. İnen vahiy, dinin temel öğretilerini kapsamaktaydı. Bu müddet içerisinde Rasul’den istenen vahyin mesajlarına tabi olması, insanları bu öğretiye davet etmesi ve ashabına öğretmesidir. Rasul Medineye hicret ettiğinde, Müslümanlar artık “egemenliğe” sahip olmuşlardı. Ondan itibaren siyasi ve toplumsal öğretiler Rasulullah’a inmeye başladı. Binaenaleyh, dinin anlamı ve gerekleri Müslümanların zayıf oldukları Mekke ile hâkim oldukları Medine’de birbirinden farklıdır. Kılıç kullanmayı gerektiren birçok haklı sebepler olmasına rağmen, Mekke’de hiçbir Müslüman’ın kendisini kılıçla veya kuvvetle koruduğunu tarih kaydetmemiştir. “Mekke döneminde Ehl-i kitap hasımlar zümresi olarak nitelendirilmemekte, hele hele ilk yıllarda nazil olan ayetlerde müşriklere ılımlı denebilecek bir üslupla hitap edilmekte, bu bağlamda “kâfirler, zalimler” yerine “ashab-ı şimal”, “ashab-ı meş’emeh” gibi yumuşak ve genel denebilecek nitelemelerde bulunulduğu” görmek mümkündür. Fİ EMANİLLAH.