Müslümanlarla beraber olmak, onların sıkıntılarını göğüslemek, muarızlara karşı birleşmek dini bir vecibedir. Bununla insanlar, safını öğrenir aynı zamanda kimlerle beraber olmaması gerektiğini de bilmiş olur. Peygamber, “İnsanların arasında yaşıyan ve onların eziyetlerine sabreden mümin, insanların arasında yaşamayan ve onların eziyetlerine sabretmeyen müminden daha çok ecir alır.” “Müminin mümine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirine perçinlenen bina gibidir.” “Mü’minlerin misali bir cesedin misali gibidir. Onun bir organı hastalanacak olursa cesedin diğer kısımları uykusuz kalmakla ve ateşi yükselmekle ona katılır.” Ebu Hureyre; “Allah yolunda bir gece müslümanlarla iç içe olmak; benim için Kadir Gecesi, Hacer-ul Esved’in yanında sabaha kadar namaz kılmaktan iyidir” demiştir.

Nebi (sav) Medine’de, Muhacir ve Ensarı bir birine kardeş kıldı. Tarih, ensarın muhaciri karşılayıp bağrına bastıkları gibi bir olaya ne tanıktır ne bundan başka bir örnek gösterilebilir. Sonsuz ve asil bir sevgi, gayet cömertçe olan bir kucak açış ve sehavet, sonsuz hoşnutluğa varan bir ortaklık ve kaynaşma, onları bağırlarına basmak için olan yarışla sıkıntılarını paylaşmak için olan gayretleri… Öyle ki, rivayete göre; herhangi bir Muhacir, ancak bir kura sonucu ensarın evine varmıştır. Ensar, Muhaciri aralarında adeta paylaşamaz olmuşlardı. İster dostluklarında ister düşmanlıklarında olsun, her ikisini de düşmana karşı nasıl uygulanması gerekiyorsa, bütün açıklığıyla ortaya koymuşlardır. Müslümanlar, akidelerini arındırıp vuzuha kavuştuktan sonra, Müslüman kardeşini sevmeyi, tıpkı kendi canını sevdiği gibi sevmeyi gerçekleştirmediği müddetçe ve kardeşlerinin tüm acılarını, dertlerini ve üzüntülerini, tıpkı kendilerininmiş gibi paylaşmadıkça zafer elde edemezler. Aynı şekilde kardeşinin zafer sevincini bizzat kendisinin sevinciymiş gibi görmedikçe yine zafer gerçekleşmez.

Müslüman’ın yeri ve tarafı, ancak Müslümanların yanıdır, tarafıdır. Müslümanların sayısını arttırmak lazım geldiği gibi; bu sayıyı arttırmak için çalışmak da farzdır. Bunun adı cemaat veya parti olsun fark etmez. Kim Müslümanlardan beri olursa; şüphesiz muarızların yanında, safında yer almış olur. Allah düşmanlarına karşı düşmanlık gösterilmeden, Allah dostluğundan ve dostlarının dostluğundan söz edilmesinin doğru bir yanı yoktur. Sizden biriniz, kendi nefsi için istediği bir şeyi, Müslüman kardeşi için de sevip istemedikçe; iman etmiş olmaz. Kim bir kavmin gölgesini (sayısını) çoğaltırsa; o da onlardandır. Kim bir kavimden razı olur (hoşlanırsa); onun amellerine ortak olmuş olur. Kim kendisini bir kavme (topluma) benzetirse (uyarsa) o da onlardandır.

Müslümanlar Allah’ın emrine ve yoluna uyduğu zaman, onun şeriatına bağlandığı vakit, akide ve inancının gereklerini yerine getirince; en güçlü ve en şerefli insanlar kendileridir. İslam tarihindeki parlak örneklerden olan bir gerçek vardır, o da; Müslümanların Allah’a ve Rasulüne iman etmesinden sonra, onları başarıya götüren en büyük amillerden birisi; diniyle büyüklenmek ve ona mensup olmakla en büyük şerefe sahip olduklarını bilmektir. Hz. Ömer’in şu ifadeleri bunu doğrulamaktadır. Biz, bir toplumun en aşağılık kavmi idik. Allah bizi İslam ile şereflendirip güçlendirdi. Ne zamanki; biz şerefi ve izzeti Allah’ın bizi aziz kıldığı şeyin dışında aramışsak; Allah bizi zelil kılmıştır. İnsanlar düşündükleri gibi yaşamazlarsa; yaşadıkları gibi düşünmeye başlarlar.

Kötü bir yöneticiyi bize iyilik ettiği veye iyilik ümid edildiği için hayırla anılırsa, büyük bir doğruluğun zararına küçük bir doğruluğa hizmet etmiş olunur ve büsbütün zelil eder, dünyada ve ahirette rusvay olunur. Hz. Ömer peygambere; “Allah’a dua et de; ümmetin hakkında genişlik versin, İranlılara ve Bizanslılara bolluk vermiştir, hâlbuki onlar, ona tapmıyorlar.” Bunun üzerine Hz. Peygamber doğruldu ve “Ey Hattaboğlu! Yoksa sen şüphe içerisinde misin? Onlar dünya hayatında iken iyiliklerini kendilerine peşin olarak verilen bir kavimdir” buyurdu. “Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz, onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları şey de batıldır.”(Hud:15) Ayette geçen (men) sıla isminin kâfirlerin dışında Müslümanları da kapsayacak şekilde umum ifade etmek üzere alındığını gösterir.

Müslümanlarla, muarızlar karşı karşıya kaldığı zaman; bu mücadelenin ismi ne olursa olsun, muarızların yanında yer alıp, Müslümanlara karşı olmak; onların düşüncelerini benimsemek hükmündedir. Kişi, sevdiği ile beraber olduğuna göre, Müslümanların düşmanlarını, isteyerek destekleyenlerin yeri de elbet cehennem olacaktır. ‘Her kim cemaatten ayrılırsa cehenneme ayrılmış olur.’ Müslüman, Müslümanlarla, İslam muarızları arasında çıkacak fiili bir savaş veya siyasi mücadelede karşı tarafın sayısını ve gölgesini fazlalaştırma gibi bir seçeneğe sahip değildir. İslam muarızlarının siyasi partilerine oy verme, onlarla beraber olma, sayılarını çoğaltıp kamuoyunu aldatma gibi bir çabanın içine giremez.

Yirminci yüzyılın cahiliye sahrasına çadırını kur, ateşini yak, ateşini gören gelip etrafında toplansın. Küçük bir çaba, uygun yer ve zamanında sarf edilince; hiç de küçümsenmeyecek meyveler verir. Böylece; büyük bir çaba olmuş olur. İmanı hür, feraset sahibi Müslüman kendini toparladığı zaman istediği herkesi yörüngesinde döndürür. “Dünya kuvvetini toplayınca kendinde,/Ay durmaz, tavaf eder çevresinde.” Böylece, “Kim Cennetin en güzel yerlerinden köşk sahibi olmak isterse; İslam cemaatından ayrılmasın” “Allah’ın yardımı cemaatle beraberdir” hükmüne tabi olur. Müslümanlar, kendi güçlerini topladıktan sonra, insanların İslam davetine sarılmaları, onun yörüngesinde dönmeleri kaçınılmazdır. Müslümanlar gücünü toparladıktan sonra; insanlar, sapık cahiliye gruplarına yönelmezler ve öz malları olurlar; ancak bu gerekli güçle bir araya gelip, cemaatleşmeyle olur. Safını kuran; galip gelir. Derdim, uzadıkça uzadı. Uyanık insanlar istiyorum! Kokusu uzakta duyulmayanın; kokusu yok demektir. Boşuna koklama!       Fİ EMANİLLAH.