Kur’an sık sık Firavun ve Haman gibi, yeryüzündeki zorbalardan, onların yardımcılarından ve askerlerinden bahsetmesi; şüphesiz ki Müslümanların onların yaşam tarzını reddetmek, onların azgınlıklarını nefretle kınamak ve onların kurbanları olan mazlum ve mustazaflara fikren ve zihinsel olarak yardımcı olmak içindir. Allah’ın kitabının rafa kaldırıldığı, Müslümanların itilip kakıldığı, kötülük ve fesadın önünün alınamadığı, ümmetin fesada götürüldüğü çağımızda; iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoymak için elimizden geldiğince çalışıp ve inançlı insanların yanında yer almamız bunların karşısındakilere ise karşı durmamız, bize üstün ümmet vasfını kazandıracaktır. Muhammed’in (as) ümmetine bahşedilmiş bu hayırlı ümmet vasfı ve liderlik hizmeti, şüphesiz ki olaylara karşı lakayt davranmamaları ve iyiliği emredip kötülükten men etmeleri, bir de devamlı doğruların yanında yer alıp, tarafsız davranmamalarındandır. O halde Müslümanlar kendilerine emanet edilen görevin sorumluluğunun bilincine varmalı ve gafillerin düştükleri hatalara düşmemelidir. Nebi (as) “Sizden biriniz, bir kötülük gördüğünde; onu eliyle düzeltsin, buna gücü yoksa diliyle, bunda da gücü yoksa kalbiyle (buğz ederek) düzeltsin” demiştir. Hatalardan biri şüphesiz ki; kötülüğün, zina yapmak, içki içmek veya her ikisine yakın şeyler yapmakla sınırlı olduğunun sanılmasıdır. Oysa halkın üstünlüğünü küçümsemek, Müslüman bir partiye veya cemaate karşı tarafsız davranmak, seçimlere hile karıştırmak, seçimlerde oy hakkını kullanmamak veya bütün partileri aynı kabul edip, kötü de olsalar, ehvenini seçmemek, kötülüktür. Zira oy’unu geçersiz kullanıp, ehil olmayanların işbaşına gelmelerini sağlamak büyük bir vebal ve büyük bir kötülüktür. Bir mümin bunun karşısında kendi menfaatini düşünerek veya kurtulmayı tercih ederek meydanı boş bırakıp kaçamaz. Kaçarsa şayet; onun mesajı bitmiş ve yok oluşuna hükmedilmiş olur. “Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda, mallarıyla, canlarıyla cihat edenler eşit olamazlar.”(Nisa:95-96)Burada, ayetin amacı; inanan insanlar arasındaki farkı ortaya koymaktır. Müminlerin gerek fiili gerekse siyasi cihat ve mücadelede, ilişki açısından farklarını tespit etmektir. Vatanını, bağımsızlığını, genel anlamda dinini savunan ve bu uğurda canından fedakârlık yapan müminlerle evinde oturan, bana ne deyip, evinde tarafsız kalırsa, işte bu müminlerin ve diğerlerinin bir olamayacağı vurgulanmıştır. Malcom X’in dediği gibi; “Köşeye çekilip oturmakla, hainlik etmek arasında hiçbir ayırım göremiyorum.” “Suya dokunmuyorsun, sabuna dokunmuyorsun, sen ne kirlisin be adam” diyen şair ve “Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey düşmanlarımızın sözleri değil dostlarımızın sessizliği olacaktır” ile “Ben düşmanı lanetlerim sıra tarafsıza gelince onlar tükürülmeye layıktır” diyen Aliya ne güzel demişlerdir. Bilenle bilmeyenin bir olamayacağı ifadesiyle, Allah bilmeyenin fark oluşturduğuna dikkat çekmişti. İnananla inanmayanın farkı belirlendiği gibi, Allah uğrunda, malı ve canıyla cihat edenle; özürsüz evde oturanın farkı tespit etmektedir. Peygamber (as) “Ümmetimden bir grup, Allah emrini yerine getirmeye devam edecektir. Onları yalnız bırakanlar veya kendilerine muhalefet edenler Allah’ın emri gelinceye kadar onlara bir zarar veremezler ve onlar insanlara karşı muzaffer olacaklardır” demiştir. Rasulullah bu gibi işlerin; safları netleştiren imtihanlar olduğunu belirtmiştir. Kimse kimseyi terk ederek rezil etmesin, ihtilaf ve niza’a düşmesin yoksa Enfal 46’da “gevşersiniz; gücünüz, devletiniz, elden gider” diyor Allah. Yönetimin Şam’daki Emevi saltanatına geçmesi kırılmaya neden oldu, genelde peygamber’in bazı sahabileri yeni Emevi Devletini, ümmetin birliği uğruna desteklerken; diğerleri özellikle Hz. Ali ve Muaviye arasında siyasal otorite konusundaki kanlı çatışma konusunda tarafsız kaldılar. Elbette bu tarafsızlık Emevi Devletinin ve saltanatının güçlenmesine yaradı. Zira peygamber’in ünlü sahabelerinden birçoğu siyasal ya da sosyal işlere aktif olarak ilgi göstermediler. Bazıları zühde dönerken, diğerleri daha çok kendi kişisel işleriyle ilgilendiler. Bu da şura’ya dayalı İslam dinini saltanata dönüşmesine sebep oldu. Allah Rum süresinde “O gün Allah’ın (Rumlar’a) zafer vermesiyle müminler sevinecektir.” Hicretten önce, Müslümanlarla müşrikler arasında inançla ilgili çekişmelerin kızıştığı dönemde, Rumlarla Mecusiler arasında savaş patlak vermişti. Müşrik, Mecusi Perslere sempati besliyorlar ve onların üstünlük sağlamasının, tek ilah fikrine karşı muhalefetlerini güçlendireceğini ümit ediyorlardı. Peygamber ve ashabı da Hıristiyan Rumların galip gelmelerini istiyorlardı. Kur’an’ın belirttiğine göre Rumlar galip gelince Peygamber (as) ve arkadaşları bu galibiyete sevindiler, taraf olduklarını ilan ettiler, tevhit inancının şirke galibiyetini canı gönülden arzu ettiklerini deklare ettiler. Çünkü ilahi dinlerin özü birdir. Müslümanlar kendilerini Kitap ehline bağlayan bir bağın varlığını hissediyorlardı. Müşriklerin herhangi bir yerde zafer kazanmalarından rahatsız oluyorlardı. Kin ve hasetten uzak olan Müslümanların bu şekilde davranmaları Kur’an mesajını anladıklarının göstergesidir. Bu konuda muvazene (karşılaştırma) her zaman için iyi olan ile daha iyi olan arasında, azimet ile ruhsat arasında, iki şerden daha hafifi, iki zarardan daha ehveni arasında söz konusudur. Yeryüzünün dörtbir yanında Müslümanların günümüzde de mücadelenin tabiatını ve meselenin hakikatini idrak etmeye ne kadar da muhtaçtır. Maide 82. Ayette Allah Hıristiyanları bile Yahudilere tercih etmiştir. Allah, onların müminlere yakınlık ve uzaklık derecelerini açıklığa kavuşturmaktadır. Müşriklerin iç dünyası da yansıtılmakta ve İman edenlere kimlerin azılı düşman olduğunu açıklayarak, iman edenlerin değer inanç gruplarıyla bilinçli ilişkiler kurmasının eğitimini vermektedir. Habeşistan’da Necaşi’yi devirmek isteyen bir isyan başlamıştı. Necaşi, isyancılarla savaşa çıkmadan önce, Cafer ve beraberindekiler için bir gemi hazırlar ve onlara: “Gemiye binin ve bekleyin. Eğer yenilirsem; istediğiniz yere gidin. Yok, eğer isyanı bastırabilirsem; bir yere gitmenize gerek kalmaz.” diye haber gönderir. Ümmü Seleme; Allah’a yemin olsun ki, o gün üzüldüğümüzden daha çok üzülmemiştik. Necaşi’ye başkaldıranın galip gelmesinden ve Necaşi’nin tanıdığı hakkı bize tanımayacak bir adamın gelmesinden korktuk. Necaşi, ordusu ile çıktı. Bizler de Necaşi’nin düşmanına galip gelmesi için dua ettik demişti. Akıllı kımse, iyiliği kötülükten ayırt eden kimse değildir. Akıllı kimse, iki iyilikten daha iyisini ve iki kötülükten daha kötüsünü bilendir. Bu tercih bir tarafın inancını tercih değil, belki Müslümanların iki müşriğin en az zarar veren tarafını bile tercih etmesi de sözkonusu olabilir. Bundan dolayı en az zarar veren tarafı tercih etmek peygamber ve ashabına ittiba etmektir. Küfrün oyunlarını ve desiselerini iyi bilip, oyunlarına gelmemek, feraset sahiplerinindir. Feraset sahibi insanlar, olayların sonuçlarını önceden kestirir; bundan yoksun olanlar da sonradan farkına varır. Şunu da unutmayalım ki tarafsızlık; toplumda görülen tüm haksızlık ve gayrı meşru yönetimlere yapılan insan hakları ihlallerinden bana ne demek; yönetimde, zalim ile adil; mümin ile münafığın hiçbir farkı yoktur, anlamına gelmektedir. İki horoz dövüştüğünde bile tarafsız kalınmaz iken, memleketin idaresinde tarafsız kalmak nasıl izah edilir? İslam fakihleri, “iki şerrin arasında kalındığı zaman bile, en hafifi tercih edilir demişlerdir.” Az zararlı olanın yanında yer almamak en kötünün yanında ve safında yer almak gibidir. Müslümanlar ve İslam muarızları karşı karşıya oldu mu, ihtilafsız olarak Müslüman’ın yanında yer almak; farzdır. Allah için aklınızı kullanın duygularınızla hareket etmeyınız! Fİ EMANİLLAH.