Davalarda herkes kendi niyetine ve ameline göre sevabını veya günahını alır. Biz buna ihlâs diyoruz. Ancak en ufak bir rüzgârda sonbaharda dökülen yaprak gibi dökülenlerden dava adamı veya ihlâslı birey olmazlar. Görevini hakkıyla yapmayanlar, alınan neticeye göre şekil alırlar. Ben ikaz etmiştim, böyle olacağını biliyordum, kimseyi dinlemiyorlar diye söylenir durur. Bunlar davalar içerisinde hiçbir katkısı ve getirisi olmayan şakşakçılar olup fedakârlık göstermeyen asalaklar gibidirler. Menfaat olduğu zaman menfaat devşirip, sıkıntıya gelmeyenlerdir. “İpek böceği gibi ki, önce ağını örer, sonra iş tersine döndüğünde ördüğü ağın merkezinde yok olur” davasına faydalı olanlar ipek böceğinin yaptığını yapar ve en ufak sıkıntıda gemiyi terk eden olmaz. Geciken yardım geciktiği ölçüde değerinden kaybeder. “Demiştim, biliyordum, dinlemiyorlar” gibi ucuz sözlerin arkasına sığınanlar kime yaranmaya çalışıyorlar!
Bir davayı meydana getirmenin ve korumanın tek yolu vardır o da onu maddi ve manevi finanse etmektir. Bu tür davalarda eleştiriden başka sermayesi olmayanlar davalara zarar verirler. Kendi aralarındaki istişarelerinde bir şey ortaya koyamayanlar, dışarıdan eleştiride pek mahirdirler ve zarar vermede pek ustadırlar. 31 Mart seçimleri öncesi safhalarda, gerek strateji ve gerekse aday belirleme konusunda hiçbir katkısı ve fedakârlığı olmayanlar, seçim arifesinde, neticeyi eleştiri yağmuruna tutanlar iyi niyetlidirler denilemez. Eleştirinin kar ettiği zamanda eleştiri kalite getirir, sonrası zarardır ve muarızların ekmeğine yağ sürmedir.
“Çıkmış İslam bülbülleri öter Allah deyyu deyyu” deyip tebliğ etmek yerine mevcut yapıyı eleştiri yağmuruna tutmak, karşı tarafa oy avcılığından başka izah edilecek yanı yoktur. Konuşmacılar bilirim seçimden bir hafta önce bir sivil toplum kuruluşunda, veriştiriyor da veriştiriyordu. O zaman senin niyetin oy kullanmayın veya karşı tarafa kullanın demektir, kardeşim! Karşı taraf dediğin kimler? Bu devlette hiçbir eseri olmayan, taş üstüne taş koymayan, dini hafife alan, müslümanların camisini at ahırına dönüştüren, ezanı Türkçeleştiren ve müslümanın örtüsüne musallat olan bir zihniyetin temsilcileri… Bu tavır zamanın İslamcılarının Abdülhamid'e; sen değiş de senin yerine kim gelirse gelsin mantığıdır. Bu mantık müslümanlara keder, elem, izzetsizlik ve şerefsizlikten başka ne getirdi? Bir yapıyı değiştirebilmek, içeriden rehabilite etmektir. Bir yapıyı değiştireyim derken, daha iyisini garantilemeden değiştirmeye çalışmak, daha kötüsüne rıza göstermek ve hıyanettir. Tutum en azından Paul’unki gibi olsun; “Görmediğimizi umuyorsak, onu sabırla bekleriz.”
Camatler, tarikatlar, medreseler ve sivil toplum kuruluşları, oy deposu haline gelmişlerdir. Onlar da kendilerine oy deposu gözüyle bakmış ve menfaat devşirmeye çalışmışlardır. Ve böylece asli görevlerini ihmal etmişlerdir. Asli görevleri; iyiliği emredip kötülükten men etmek, toplumu rehabilite etmek, devlet, millet ve Allah’a yararlı kul yetiştirmek olan bu kuruluşlar; sorun olmuşlardır. Kendilerine oy deposu gözüyle baktıkları bu yapılar ihlâsı ve zühdü bırakmış, dünyevileşmişlerdir. Yaptıkları ufacık bir ameli yeterli görmüş, böylece kendilerini avutmuş ve tatmin olmuşlardır. İnsan bir şeyi güçlükle elde ederse saygınlığı artar. Ama onu kolaylıkla elde ederse önemsiz ve değersizdir. Seyid Kutup idam sehpasına götürülür Ezher şeyhi ona; “Kelime-i şehadetini getir” der. Seyid ona; “Sen o kelime ile Ezher’den maaş alıyorsun. Ben o kelime için ipe götürülüyorum” demişti!!! Garaudy; “Bundan üç yüz yıl önce de müslümanlar namaz kılıyordu, Şimdi de kılıyor. Üç yüz yıl önce, dünyaya hâkimdi, şimdi ise sürünüyor. Namazda bir değişiklik olmadığına göre, müslümanlarda bir değişiklik var” diyordu.
En iyisi yoktur diye makam, memursuz bırakılmaz. “Böyle bir yağmur yağmamış ise, hafif bir yağmur, az bir nem de yetişir.”(Bakara:265) Ayeti “Hepsine ulaşılmayan şeyin tümü de terk edilmez” külli kaidesini gerektirmiştir. Benim istediğim yağmuru göndermedin, bundan dolayı Allah’ın “hafif bir yağmur, az bir nem”ini istemeyen ziraatçiler zarar ettikleri gibi, en iyisi yoktur, öyleyse biz az iyisini istemiyoruz diyenler zarar edeceklerdir. Köşeye çekilip oturmakla, hainlik etmek arasında hiçbir fark yoktur. Suya dokunmayan, sabuna dokunmayan, kirli kalacaktır. Her şey bittiği zaman hatırlanacak olan şey düşmanların sözleri değil dostların sessizliği olacaktır. Ben düşmanı lanetlerim sıra tarafsıza gelince onlar tükürülmeye layıktır.
Bunlara bir ders lazımdı, tokatı hak etmiştiler gibi değersiz laflar cehaletin mahsulü söylemlerdir. Tamam, kardeşim kendin tokat vur, niye ondan kötüsüne tokatlatıyorsun? Sonra da sıkıntısını bütün müslümanlara çektiriyorsun? Müslümanlar ne kaybetmiştir gibi ucuz laflar söyleyenler ümmet için musibettirler. Müslümanların kaybedeceklerinden bu kadar bihaber, dertlerinden bu kadar uzak olan kişiler için her farz namazın son rekâtının rükû’undan kalktıktan sonra kunut duası okumak bir hak olmuştur. Sizler azığı yiyin, ölümü bekleyin. Cehaletinizle ne zarar verdiğinizin farkında değilsiniz küfrün nasıl sindiğini ve nasıl nüfuz ettiğini bilmiyorsunuz! Küfür tarafından bir üst akılla yapılan projelerin farkında hiç değilsiniz! 1099. yıllarda, haçlılar İslam memleketlerine girmiş, Antakya, Harran, Suriye, Filistin ve daha başka yerlere girmişti. Bağdat'taki iç çekişmelerden dolayı otuz ay’da tam sekiz sefer Hilafet makamı el değiştirmişti. Böylece Haçlılar ise yerlerini sağlamlaştırıyordu. Mevcut yönetimin yerine getirilmek istenenlerin cemaziyülevvellerini biliyoruz. Aklınızı başınıza devşiriniz! Vesselam.