Peygamber (as)’in Mekkelilere karşı sürdürdüğü mücadeledeki hedeflerinden biri de, bütün Arapları İslam bayrağı altında tek bir devlet haline getirmekti. Mekke’nin fethi, bu hedefin gerçekleşmesi yolunda atılmış bir adımdı. Mekke’nin müslümanlara karşı kaldırdığı isyan bayrağını yere atmasından sonra, artık Arapyarımadasında bu bayrağı yeniden kaldırabilecek hiçbir kuvvet söz konusu değildi. Çünkü Kureyşliler, hem içtimai, hem edebi ve hem de dini açıdan Arapyarımadasında gerçek liderlik pozisyonundaydı. Mekke, bütün Araplar için her yönden bir yasama merkezi konumundaydı.
Kureyşlilerin İslam’a girmesi ve yeni yönetimin ordusuna katılması, Peygamber (as)’in Mekke’nin dışına; bütün Arapyarımadasına yönelmesinin başlangıcı olduğu gibi, aynı zamanda putperestlik devrinin sona erdiği anlamına da geliyordu. Ancak İslam devletinin tam anlamıyla hayata geçirilmesi için, bütün arap kabilelerinin şu hicaz bölgesinde kurulan Medine devletine katılmaları gerekiyordu. Peygamber (as), devletini artık dar bir alandan çıkarıp daha geniş bir alana taşımak istiyordu. Davet alanında öngörülen bu değişiklik, Mekke’nin fethinden sonra Arapyarımadasında kendini gösteren o müthiş yankılara paralelel olarak ortaya çıkmış bulunuyordu. Bu yankılar, Araplara bu yeni dinin sahibi olan devletin hâkimiyetini kabul edip ona katılmanın gereğini haykırıyordu.
Hz. Peygamber’in fetihten Medine’ye döndükten hemen birkaç ay sonra gelen hac mevsimiyle birlikte Mekke’de ilginç bir manzara oluştu: Müslümanlar Kâbe’yi tek Allah inancına dayalı dinlerinin merkezi olarak kullanırken, Arabistan’ın her köşesinden gelen müşrikler de Kâbe’yi putperest inanışına göre aynı amaçla kullanıyordu. Bu da, Mekke’nin İslam topraklarına dâhil edilmediği, sadece idaresinin değiştirildiği gerçeğini kanıtlamaktadır. Attab b. Esid; (Medine valisi) hem müslümanlar hem de müşrikler için ideal bir yönetici oldu. Elbette ki zamanla Mekke’de hiç müşrik kalmayınca bu durum hem dini hem de politik olarak değişikliğe uğradı.
Bir yıl sonra Peygamber (as) kendisini, kesintisiz gelen heyetleri karşılamak üzere Medine’de kalmak zorunda hissetti. Yerine Hz. Ebubekir’i kendisini temsil etmek üzere hac’ca gönderdi ve onunla bir bildiri yolladı. Buna göre artık putperestlik ibadetlerini yerine getirmek üzere hiçbir gayrimüslimin Kâbe’ye yaklaşmasına izin verilmeyecekti. Hac mevsiminde, günümüzdeki turistik trafiğe benzer şekilde Mekke’ye gelen hacılar, şehir için ekonomik açıdan oldukça önemliydi. Mekkelilerin bu konudaki endişelerini gidermeye yönelik olarak Allah, “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram´a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir”(Tevbe:28) ayeti indi.
Devletin ilkelerine bağlanmayan, kanunlarına boyun eğmeyen bir grubun varlığı, devletin içyapısında son derece büyük bir tehlikedir. Bundan dolayı bu insanlar ya devletin düzenine boyun eğeceklerdi ya da onunla savaşacaklardı, düşman hükmü ile savaşacaklardı ama bunlar iç düşman durumunda olduklarından, düşmanlıkları devletin yapısı açısından büyük tehlike teşkil edecekti. Bu nedenle İslam onlardan sadece İslam’a girmeyi kabul etmiştir. Zaten müşriklerin dokunulmayacak saygın bir dindarlıkları da yok idi, İslam’ın tanıdığı ve dini tek bir birlik sayma ölçüsü ile kabul ettiği diğer semavi din sahipleri gibi böyle bir dokunulmazlık ve saygınlığı gerektirecek değerleri de bulunmuyordu.
Açıktır ki bu alaka koparış ve engelleme hiçbir şekilde din özgürlüğünün elden alınması anlamlarından hiçbirine girmez, çünkü Beytullah şirk görünümlerinden temizlenmiş, hacdaki ibadetler de sapışlardan soyutlanmış İslam egemenliğine girmiştir. Kim olursa olsun, bir memleketi fethettiği zaman, o memleketin kanunlarını değil kendi kanunlarını uygular. Durum böyleyken İslam’ın, müşriklere, putçu geleneklerini uygulamaya müsaade etmesi, kapıyı, siyasi ve dini düşmanlarına kapatmasının doğal bir hak olmaması makul bir durum değildir. O yüzden bu ilahi beyan meyvesini verdi, zira Rasulullah (as) onuncu yılda son haccını, İslam’ın mükemmel düzeni ve intizamı içerisinde yapacak ve o yılda Peygamber (as)’le birlikte binlerce kişi hac görevini ifa edecekti ve aralarında bir tek müşrik olmaması kaydıyla görev yerine gelecekti.
“Allah ve Rasûlünden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar! (Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah´ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir. Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Rasûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah´ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed)! O kâfirlere elem verici bir azabı müjdele!”(Tevbe: 1-3) Ültimatom’un ilanı ile Peygamber (as)’in vefatı arasındaki dönem içerisinde Hz. Peygamber, beraat kanununu, çok sıkı bir dikkat ve parlak siyasi bir deha ile uygulamış, kabilelerle mümkün olduğu kadar çatışmaktan kaçınmıştır. Aksi halde onların onurlarını yaralar, ırkçılıklarını körükleyebilirdi. Bu nedenle kabile heyetlerinin, müslümanlıklarını ilan etmiş ve hükümete bağlılık göstermiş olmaları ile yetinmiş, müslüman olup memleketlerine geri dönerken onlara İslam’ı öğretecek kimseler göndermiştir. Vesselam.