Bu mevzunun Müslüman cemaatlerin birbirlerini tekfir etmeye kadar götürdüğüne şahitlik etmekteyiz. Zira “Hüküm sadece Allah’a aittir.” Gereği teşrî yetkilisinin sadece Allah olduğunu, demokrasinin batıl bir sistem olup küfür mahsulü ve parlamentoda kanun çıkarıldığından adeta ilahlık iddiasında bulunmak sebebiyle şirke bulaşıldığını ve Allah’ın hududuna tecavüz olup bu uğurda mücadele verenlerin de küfrüne hüküm verilmektedir.
Bazı düşünür ve davetçiler, daha önce arkadaşlarıyla birlikte yaşadığı başarısız deneyimler sebebiyle, çektikleri acılar ve çileden sonra yönetim, gösteri, ihlal, sabotaj, partizanlık ve parlamento sistemi gibi bu asrın icatları olan yöntemlerle hedefine ulaşmayı reddediyor ve sakıncalı görüyor olabilir. Ancak bu gibi âlim, düşünür ve davetçilerin sözlerini nass hükmünde görerek delil getirip büsbütün asrın gereklerinden uzak kalmak, bunlar sonradan çıkan küfür mahsülü yöntemlerdir, deyip Müslümanları zora sokmak doğru olmasa gerektir.
Hak, her kaynaktan ve herkesten kabul edilir. Rasûlullah, şeytanın uyumadan önce, Ayete-l Kürsi’nin okunmasına dair söylediği doğru sözü kabül etmesinin yanı sıra, henüz Müslüman olmadığı bir dönemde Lebid’in: “Allah’tan başka her şey boştur.” Sözünü de delil olarak kullanmıştır. Nebi’nin, şeytanın sözünü kabul ettiğine ve bir müşrik’in sözünü delil gösterdiğine bakılarak, İslam’a açık bir şekilde saldırı olmayan, asrın gerektirdiği yöntemlerden istifade etmek, o büyük davetçilere muhalefet olmamakla beraber, İslâm’ın ruhunu anlayıp ona göre haraket etmektir. İslâm âlimleri ve düşünürleri; hükümet etmenin vacip olduğunu, “Vacibe giden yollar da vaciptir.” Kaidesi gereğince, Allah’ın dîn-i mubînini uygulamak hangi yolla olursa olsun meşrû olacağını savunmuşlardır. Allah ve Rasûlünün çizmiş olduğu genel ilkeler çerçevesinde Müslümanlar siyâset uygulamalarında serbest bırakılmıştır. Yönetimde esas olan şûrâ’dır, ancak şûrânın nasıl uygulanacağını yine Müslümanların uygulamalarına bırakılmıştır.
Zamanın değişmesiyle ahkâmlar değişebilir, çünkü her zamanın gereksinimleri farklılık arz etmektedir. Maslahat (kamu yararı) örf ve istihsan (âdil Müslümanların güzel gördüğü) değişkendir. Binaenaleyh, şartlar neyi gerektiriyorsa o şekilde davranmak İslâm’a aykırı değildir. Müslüman toplumların siyâsî tarihini, çeşitli dönemlerde sergiledikleri siyâset anlayışlarını, İslâm’ın siyâsî teorileri olarak nitelendirmek doğru değildir. Çünkü her dönem kendi yönetimini kendi şartları içerisinde gerçekleştirmiştir. İslâm’ın siyâsî düşüncesi sadece budur, denilemez. Zirâ İslam, yönetenleri ve yönetilenleri de kapsayacak tarzda beşerî ilişkilerin genel, dini ve ahlâkî çerçevesine temas etmiş olmakla birlikte, toplumların yönetim biçimini, bunun ayrıntısını, tarz ve yönetimini belirleme işini toplumsal tercihine bırakmıştır.
Hak ve adâlet hangi yolla ortaya çıkarılıp bilinirse hüküm de ona göre olmalıdır. İslâm ve Metod ikiz kardeştir. İslâm asıl olup, metod ise ona giden yollardır ve değişkenlik arz etmektedir. Bundan dolayı her zamanın kendine özgü bir metodunun olması kaçınılmazdır. Çoğu zaman referansların gerçek muhtevâları dikkate alınmadan kelimelere ve kavramlara takılıp kalınmaktadır. Demokrasiden istifade cihetine gidelim denildiğinde, açık nasslarla çelişen yönleriyle beraber, toptan uygulayalım manasını çıkarmak, doğru bir yaklaşım değildir. Demokrasinin ne olduğunu bilmeden, onun açık bir küfür ve kötülük olduğuna hükmetmede aceleci davranmak, insanı sağlıklı düşünmeden alıkoymaktadır.
Bazı insanlar, demokrasiye olan alerjisinden dolayı onun faydalı olan yüzünü göremez ve özüne inemeyebilmektedir. Ağzı acılı ve hasta olan kimse saf suyu dahi acı sanır. Karanlıkta yaşayan kimsenin aydınlık yayması beklenemez. Uzak ufuklara bakamayanlar, karanlık, soğuk ve kasvetli, bölgelere adım atamazlar. Rousseau’nun da dediği gibi; “İnsanın manevi sorunlarında, olası olanın sınırları sandığımız kadar dar değildir. Bunları daraltanlar bizim zaaflarımız, ahlaksızlıklarımız, önyargılarımızdır. Alçak ruhlu insanlar büyük adamlara inanmazlar kesinlikle: Aşağılık köleler özgürlük sözcüğüne alaycı bir ifadeyle gülerler.”
Günümüzde İslâm’a hizmet metodu, seçim sandıklarından geçmektedir. Hasan Turabi’nin değimiyle; “Eğer İslâm’dan sakınmak istiyorsan seçim sandıklarından uzak durman gerekir.” Abbas Medeni’nin de dediği gibi; “Evet çare seçimlerdir; halkın iradesine uymak isteyen herkes için çare seçimdir. Şu anda başka bir yol yok. Allah, bütün diğer yolları kapatmıştır. Bu nedenle, iktidare giden yol, halkın iradesiyle kararlaştırılan seçimlerdir.” Meşruiyet, İslam’a giden yoldur. Yani, ümmetin iradesine ve ferdin özgürlüğüne saygı duyan demokratik bir yönetim kurmak, İslâm Şerîatını uygulamaya giden yoldur. Daha da ötesi, hayatın en tehlikeli ve en çok anlaşmazlığa sebep olan yönlerinde; yönetmede ve yönetimin meşruiyetinde; bu uygulamanın önemli bir parçasıdır. Müslümanların gelecekte üzerinde ısrarla durmaları gereken konunun bu olduğuna inanıyorum. Önce meşruiyet, ondan sonra İslam şeriatı… Böylece projelerini, herhangi bir taifenin veya hareketin değil, ümmetin projesi yaparlar. Şeriatın hükümleri ancak halkın çoğunluğu sahip çıkınca ve ümmetin özgür iradesinin pratiğe yansıması haline gelince uygulanacaktır. Şer’i bir amacı gerçekleştirmek için bir vesilenin gerekliliği ortaya çıkarsa, o vesile amaç hükmündedir ve onunla amel edilir, hatta vücubiyet arz eder. İşte bundan dolayı diğer milletlerin geleneklerinden aldıklarımızın eksikliklerini tespit edip bunları tamamlamamız ve ona kendi ruhumuzdan katmamız gerekir ki bizden bir parçaya dönüşebilsin ve ilk özelliğini kaybetsin.
Bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur. Zirâ İslâm Hukuku, Araplar arasında adet olan, alışılmış birçok tasarruf ve hakları kabul etmiş, birçoğunu tashih etmiş, birçoğunu da yasaklamıştır. Alım, satım, rehin, kira, selem kasâme, evlilik, eşler arasında denklik, kâtilin âkilesine diyet yükümlülüğü, mirasçılık ve evlendirme velayetinin asabe esası üzerine bina edilmesi gibi konu veya hükümler bunun en bariz örnekleridendir. Şâri’ bu adetlerden sadece kötü ve zararlı olanlarını ilga etmiştir. Ribâ, kumar, kız çocuklarının diri diri gömülmesi, kadınların mirastan pay alamaması gibi hükümler bu guruptandır. Muhammed (sav) bu cemiyetin iyi taraflarını inkâr etmediği gibi, kötü yönlerini de kabül etmedi. Var olandan mümkün olanı çıkarmak ve doğru uygulamak erdemliktir. Peygamber’in de uygulaması bu yöndedir.
Adalet ve insaf konusunda Allah’tan yardım dileyerek, okuyucudan beklentim; Hakkın karşısına kanaatlerini dikmekten uzak kalarak, bu yazıya insaf ve adalet gözüyle bakmalarıdır. Zirâ egosunu kullanarak hakka karşı koymak, aciz kimsenin vasfı ve cahilin silahıdır. Bu ise, İslâm’ın kabul etmediği bir durumdur. Bu yazımızın hedefi, ne belli bir kişi ne de bir cemaattir; lakin acı bir gerçeğin doğru teşhisi ve bu gerçeğin sağlıklı çözümüdür. Vesselam.