Çocukluk günlerinde, sokakta diğer çocuklar ile oynadığımız, mest edici, büyülü oyunlara bir türlü doymak bilmezdim. Zamanının büyük bir bölümünü kendimi de unutarak, tadı damağımda kalan, çok lezzetli oyunları oynayarak geçirirdim. Sokaktaki hayat elbette sadece oyunlardan ibaret değildi; bazen diğer çocuklar ile ihtilafa düşer, hiç istemeden de olsa, birbirimizi kırar, kavga ederdik. O güzel günlerden aklımda kalan derin hatıralardan biri, ben çocuklar ile kavga ederken annemin takındığı tavrıydı.
Sokakta, kavgadan ötürü yükselen seslerimizi duyan annem, bir ok gibi fırlardı evden. Kiminle kavga edersem edeyim, haklı ya da haksız olduğuma bakmadan, bunu sorgulama ihtiyacı duymadan, önce bana yönelir ve herkesin göreceği şekil de yüzüme karşı bir daha yapma derdi ve beni azarlardı.
O zamanlar, annemin bu tavrını hiç adil bulmazdım. Bütün kavgalarda haklı tarafın ben olduğumu söylemiyorum elbette. Kimi zaman, oyunun baştan çıkarıcı cazibesine kapılarak, bende bencillik yapıyor ve arızalar çıkarıyordum. Ama çok haklı olduğum kavgaları da şimdi daha dünmüş gibi, hatırlıyorum.
Annemin neden böyle davrandığını, daha sonraları çok iyi bir şekilde anladım. O şiddet istemiyordu. Şiddetin haklılığı ortadan kaldırdığını biliyordu. Bunu kendi deneyimlerinden öğrenmişti. Daha sonraları anlattığı kendi hikayelerinde, bu tecrübenin ne kadar büyük maliyetlerin bedeli olarak, yüreğine özenle kazıdığını öğrenmiştim.
Annem, bütün ilişkilerinde adil olmayı çok önemsiyordu. Çünkü kalıcı ilişkilerin ancak adaletle, adil olmakla mümkün olabileceğini çok iyi idrak ediyordu. Adaletin birinci koşulu, ihtilafları derinleştirmek değil, ihtilafları kontrol altında tutmak olduğunu kavramıştı.
Hayatımızı derinden ilgilendiren her soruna ilişkin, böyle özenli tavırlar geliştirmeden, ne o, hayatı ne de o hayatın muhtemel ihtilaflarını, kontrol altına almayı beceremeyiz. Yangına körükle gitmek yerine, bir avuç su ile gitmek her zaman daha hayırlı sonuçlar doğurmuştur.
Bunu yapabilmek için, biraz geriye dönüp kendimize bakmak lazım gelir. Yaşadığımız tecrübelerden dersler çıkarmak lazım. Hayat tecrübesi sadece başımıza gelen şey değildir; hayat tecrübesi başımıza gelen şeyin bilgisini üretmektir. Bilgisini ürettiğimiz her olay, bilincimizde demlenir ve bir süre sonra kültürümüze dahil olur. Artık o bize aittir. Bizim tecrübemizdir ve bizim prizmamızda kırılıp, tekrar hayata bir kültür olarak geri döner.
Değişimin de anahtarı budur. Biz değişmeden hiçbir şey değişmez. Biz kendimizi değiştirmeden hiç kimseden değişim talep edemeyiz. Buna hakkımız yok. Değişimi kendi zihnimizde ve bedenimizde deneyimlemeden, bunu ne kadar zor ve maliyetli bir süreç olduğunu idrak etmeden, başkasından, değişmesi gerektiğini, nasıl talep edebiliriz? Bizim değişmeden değişim talep etmemiz gerçekçi mi? İkna edici olabilir miyiz? Hayır. Asla
Önce biz değişmeliyiz. Değişmenin öncüsü ve ilk numunesi biz olmalıyız. Evladımızın değişmesini istiyorsak önce biz değişeceğiz. Toplumun değişmesini istiyorsak, değişimi kendimizden başlatmalıyız.
Bunun için dönüp ilk sorgulamayı kendimize, deyim uygunsa kendimizi sanık sandalyesine oturtarak, kendimizi sorgunun nesnesi haline getirerek yapmalıyız. Birbirimizin gerçekten de her şeyi olmak istiyorsak, buna cesaret etmeliyiz, değişmeye cesaret etmeden, birbirimizin her şeyi olmak mümkün değil. Birbirimizin hiçbir şeyi olmayı yeğlemiyorsak, o zaman değişeceğiz. Ve ilkin de, adalet anlayışımızı masaya yatıracağız. Adil olmak karakterimizin en baskın özelliği değilse, başkalarına karşı empati bile yapmayı beceremeyiz. Bu mümkün olmaz.