Günlük hayatın telaşı ve koşturmacası içerisinde zaman zaman kendimizi istemediğimiz rollerde ve durumlarda bulabiliriz. Kimi zaman çevremize hayır diyemeyiz kimi zaman da karşımızdaki kişi bizi yanlış anlamasın, yanlış yorumlamasın diye hemen hemen her isteğine evet demek durumunda kalabiliriz. Hâlbuki her insan evrende tek ve biricik yaratılmıştır. Kendisine ait bir duygu dünyası, düşünce evreni ve davranış kalıpları vardır.
Hal böyleyken çeşitli sebeplerden dolayı kendi gibi olamayan bir sürü insan görmekteyiz etrafımızda. Büründüğü kimlikte mutlu olamayan, kendisine çizilen sınırlar içerisine hapsedildiği için huzuru yakalayamayan, sürekli başkalarını mutlu etme gayretinde olup kendisine haksızlık eden insanlar fazlaca bulunmaktadır. Bu insanlar sürekli tedirgin ve sürekli kaygı halindedirler. Sürekli beğenilme ve takdir görme duyguları bulunmaktadır. Onaylanma istekleri yoğundur ve bundan beslenirler. Peki, insanlar neden kendi gibi olamaz, maddeler halinde bunlara bir göz atalım.
Çıkarlarını ya da kazanımlarını kaybetme korkusu: Kişi toplumsal yapı içerisinde kendisine bir konum belirlemiş, bu konum içerisinde toplumsal roller edinmiştir. Ancak bu roller kendi isteğiyle değil sosyal çevresinin kendisini şekillendirmesiyle oluşmuştur. Hal böyle olunca kişi sürekli çevresine şirin gözükme çabası içerisinde olacaktır. Kişi aslında yaranmaya çalıştıkça yara almaktadır. Kendisinden bir şeyler kaybetmektedir. Olmak istemediği yerde ve olmak istemediği bir kimlikle kendisini bulması ruha çok ağır gelen bir durumdur. Aşırılık gösteren duygu ve düşüncelerin altında çoğu zaman tam olarak karşıt duygu ve düşünceler yatmaktadır. Kişi kendisine ifade edemediği çevresi tarafından kabul görmeyecek duygu ve düşüncelerini, toplumun kabul göreceği şekilde dizayn etmektedir.
Kişinin içinin-dışının bir olmaması: Kişiler arası ilişkilerde çevreye ya da gruba ait olma isteği ne kadar önemliyse kişinin pozitif yanlarını olduğundan daha fazla vurgulama isteği o kadar o kadar kuvvetli olacaktır. İnsanın iç dünyasında hissettiği şeyleri dil ile dışarı aktarırken tutarlı ve şeffaf olması beklenir. Duygusal obezite yaşayan birey daha azına asla tahammül edemez. Her şeyin en iyisini kendisinin hak ettiğini düşünür ve kendisine var olandan daha abartılı ve farkı bir imaj çizer. Bunu yaparken de çevresindekileri buna inandırdığını düşünebilir ancak durum hiç de zannettiği gibi değildir. İlişkilerdeki samimiyetsizlik daha çabuk fark edilmekte ve çok sevimsiz gözükmektedir. “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” demiş Mevlana. Ne de güzel söylemiş. Her şeyin şekil değiştirdiği, olduğundan çok daha farklı göründüğü günümüzde şeffaf ve saydam kalmak elbette zordur. Ancak kişi iç huzurunu ancak böyle yakalayabilir, kişiler arası kişiler ancak bu şekilde güçlü ve samimi kılınabilir.
Kişi kendisinde harekete geçme cesareti bulamaması: Kişi artık kendisine biçilen rolleri öylesine benimsemiştir ki kendisini anlatmaya, hislerini ifade etmeye dahi gerek duymaz. Kendisine biçilen kıyafeti giyer, kendisine sunulan sofradan yer. Kendinsin ne düşündüğünü, ne hissettiğinin artık bir önemi yoktur. Değişim cesaret ve hareket gerektirdiği için kişi risk alamaz ve kendisine çizilen sınırlar dâhilinde ne hissettiğini pek de önemsemeden yaşamına devam eder.
Değer görememe korkusu: Kişi hak ettiği değerini göremediğini düşündüğü ya bu durumu anladığı zaman daha şirin ve sempatik görünme adına farklı maskeler kullanarak dezavantajlı durumunu avantaja çevirmek isteyecektir. Kısaca kişi –miş gibi yapacaktır. Mutluymuş gibi davranacak, merhametliymiş gibi gözükecek, değer veriyormuş gibi bir imaj yaratacaktır. Dışarıdan bakan bir göz bu samimiyetsizliği kısa sürede fark etse bile kişi bu samimiyetsizliği kendisine itiraf emesi pek kolay bir durum değildir.