“Gündelik yaşamımızı, ruhsal deneyimlerimizi, kültürel dilimizi belirleyen zamansal kategoriler değil mekânsal kategorilerdir” F.Jameson
Diyarbakır caddesinde bulunan Batman Petrol Fırın memleketimizin güzide mekânlarından biri. Sıcak, samimi, renkli görüntüsüyle şehrin merkezine bırakılmış bir demet çiçek gibi güzellik saçıyor; dekoratif şıklığı, peyzajı, parizyen havası ve hizmet anlayışıyla müdavimlerini ağırlıyor. Marifet iltifata tabidir ya, yine de aşinasına hürmeten işletme tarzını, çalışma prensibini, hizmet anlayışını ve mutfak kültürünü anlatmayacağım. Petrol Fırın’ın bendeki izdüşümünden hareketle “müdavimlik” meselesini biraz kurcalayacağım.
Doğa üzerinde mutlak egemenlik kuramayan insanoğlunun doğa içerisinde yeni bir doğa yaratma çabası çok eskilere, milattan binlerce yıl öncesine dayanır. Başlangıçta insan evrene fırlatılmış bir nesneden farksızdı. Şaşırdı, afalladı; yalnız ve çaresiz hissetti. Fakat çabalamak zorundaydı. Çabaladı. Taşı yonttu, ritmi yakaladı, müzikaliteyi yarattı nihayet Heidegger’in “varlığın evi” ifadesiyle tarif ettiği dili keşfetti. Babıldadı, çağıldadı önceleri, neyse ki konuşmayı söktü. İletişimi ve etkileşimi kolaylaştıran dil sayesinde iş birliği ve iş bölümünü disipline etti. Kişiden topluluğa, topluluktan topluma evrilen ilişkiler ağının örgütlediği iş gücü, insanın doğaya müdahalesini hızlandırdı. Üretim enerjisi ve ticaret motivasyonu merkez endeksli yeni çalışma ve yaşam alanlarının tasarımını zorunlu hâle getirdi. Köy, kasaba, kent gibi coğrafi birimler bunun tipik örnekleriydi.
İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ… Her dönem kendi projesini üretip doğayı dönüştürmeye devam etti. Fakat hiçbiri Sanayi Devrimi’ni yaşayan Yakın Çağ kadar etkili olamadı. Sanayi Devrimi’nin dünyaya yaydığı mekanik hız, zaman kavramına kadar etki alanını genişletse de daha çok mekân üzerinde etkili oldu. Mesela kentleşme olgusunu ortaya çıkardı. Büyük ilerlemeler kateden üretim teknolojisi, fabrika sistemleri ve ulaşım olanakları da bu olguya ivme kazandırdı. Demografik doygunluğa ulaşan hemen her köy kasabaya, her kasaba birer kente evrildi. Kentler “üretici” insanın tüketim ihtiyaçlarına cevaben yeniden şekillendi; sosyal, kültürel, sportif alternatiflerle bezendi. Sosyal hayat denilen mefhum aslında sosyal bir varlık olan ve yaban doğayı bu marifetle eğip büken insandan çağa uygun yeni bir insan tipolojisi yarattı: kamusal insan.
Mağazalar, restoranlar, kafeler çoğaldıkça çoğaldı. Dışarıdaki yaşantı çeşitliliği modern insanı mesainin tekdüzeliğinden, evin durağanlığından dışarıya davet ediyordu. Evet, Yakın Çağ’ın, daha mikro bir ifadeyle 21.yüzyılın insanı artık dışsal hayatın vazgeçilmez alışkanlıklarını temsil ediyordu.
Gelgelelim bu fantazmagorik çekim uzun sürmedi, metropolitan şokun geçmesiyle gün yüzüne çıkan bayağılık ve seçkinlik kavramları verili alışkanlıkların sorgulanmasına olanak tanıdı. Üstelik modernleşme paradoksal bir biçimde dışsaldan içsele dönük birtakım kavramları da beraberinde getirmişti. Bu kavramların cenderesinden geçen bilinç ve kavrayı,ş ayırt edici bir jestle kamusalı parçalayan bireysel bir mekanizmayı devreye soktu. Alışkanlıklar yığınını seleksiyondan geçiren bu mekanizma insan-mekân ilişkisine yeni bir boyut kazandırdı. Seçkinci birey için artık mekân amme hizmeti gören, gayrışahsi, alelade bir yer değildi. Mekân da tıpkı birey gibi kendine özgü bir karakter yaratmak; dokusu, tarzı, iletisi kısacası tüm bileşenleriyle “özel yer” duygusu vermek zorundaydı. Çünkü mekânı yapısal, dekoratif bir unsur olmanın ötesine taşıyan entelektüel, duygusal, psikolojik etmenler vardı.
Kuşkusuz bir mekân bireyin fiziki ihtiyaçlarına vadettiği konfor, algısında yarattığı derinlik ve anlam oranında tercihe değerlik kazanır ve ancak bu koşulla bireyin sosyal hayatında var olur. Mekânın bireyin algısında anlamlı ve tercihe değer bir görünüme ulaşması onu sosyal kimliğin bir parçası haline getirir. Birey-mekân arasındaki bu güçlü korelasyon zamanla sosyal kimlik olmanın da ötesine geçerek aidiyet ilişkisine dönüşür. Bu aidiyet ilişkisinin emarelerini romanlardan, şiirlerden, biyografilerden de görmek mümkündür. Orhan Veli’nin Canan şiirinde yer alan Degüstasyon adlı mekân bunun en tipik örneklerinden biridir: “Canan ki Degüstasyon’a gelmez / Balık Pazarı’na hiç mi hiç gelmez”
Yine İkinci Yeni şairlerinden İlhan Berk bir yazısında Leyla Erbil’in de Tuhaf Bir Kadın romanında adını sıklıkla zikrettiği Lambo için şunları söyler: “M.Lambo’nun meyhanesi beki de dünyanın en küçük meyhanesidir: Bir tramvay büyüklüğündedir. Bu dünyada, Rimbaud ( şiirin bu delifişeği ) gibi yaşadığına inanmayan Sait Faik yalnız burada varlığından kuşku duymaz. Dünyada sanki ilk güzel günü burada olmuştur; cıgarası ilk burada yanıyordur; ocağı ilk burada tütüyor, çorbası pişiyor ve de ilk burada keyfi tamdır. Her şeyin de ilk burada tam ayrımındadır. “
Günümüzde pek değişmiş olsa da Beyazıt’taki Küllük de şöhretini bir zamanlar Yahya Kemal ve öğrencilerinin uğrak yeri olmaktan alır.
Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Ayten’in Sonu adlı şiirinde geçen Markiz pastanesini bir de Salah Birsel’den okumalı insan.
Her sabah Maçka’dan Taksim’e, Divan Pastanesi’ne yollanan Atilla İlhan, dönemin Baylan pastanesi için Orada bir edebiyat nesli yetişmiştir, der.
Ve sair… Bir mekân sadece bir mekân değildir.
Sosyal bir mekânda yalnız oturabilmenin, yazıp çizebilmenin güvenlikli konforunu yaşatan Petrol Fırın’da da Sartre gibi bir kahvehane filozofu Balzac gibi günde birkaç kahve yudumluyordur belki. Kim bilir…
Ferah KURT